Annesiz Kızlar : Külkedisi, Maria’lar (Çıplak Ayaklı Kontes, Aşk ve Öbür Cinler) ve Defne Topal…
“Hayat siz plan yaparken başınızdan geçenlerdir derler. Yani biz her şeyi planladığımızı sanıyoruz ama kader oyununu istediği gibi oynuyor ve kendimizi hiç bilmediğimiz bir yerde buluyoruz. Mesela bazen hayat bizi alıp bir kuyunun dibine atıyor, sonra birden bulutların üzerine çıkarıyor. İşte bu yüzden mucizelere inanmak lazım. En kötü günde bile, burada bittim çıkış yok dediğiniz anda bile, bir mucizenin gelip kapınızı çalacağına inanın. Bunu size mucizeyi gerçekten yaşamış biri olarak söylüyorum, bu, benim hikayem!”
Bu sözlerle başlamıştı Defne’nin mucizelerle dolu masalı.
Passionis’in mottosu neydi :
“Külkedisi, bir çift ayakkabının hayatınızı değiştirebileceğinin kanıtıdır! ”
Sadece dizinin hikayesi değil bu meşhur masaldan esinlenen elbette. 63. bölümdeki tasarım toplantısında bahsi geçen Çıplak Ayaklı Kontes de Külkedisi masalının modern yorumlarından biridir.
Geçen sezonun son bölümündeki tasarım toplantısının teması ise ‘Büyülü Gerçekçilik / Aşk ve Öbür Cinler’ idi hatırlarsanız. Burada Külkedisi yok ama bir adet ‘Maria’ var. Kafanız karıştı biliyorum, ama merak etmeyin, bütün kopuk uçlar sonunda birbirine bağlanacak :)
Ben bu yazıda, dizinin hikayesini merkez alarak, Külkedisi masalı, Çıplak Ayaklı Kontes ile Aşk ve Öbür Cinler’in çağrıştırdıkları ve bazı ortak noktaları hakkında düşündüklerimi anlatmaya çalışacağım bakalım. Yazı uzun; sıkılmam derseniz, buyurun efendim :
Çıplak Ayaklı Kontes, bir Hollywood yıldızının inişli çıkışlı kısa hayatını konu alan hüzünlü bir Külkedisi hikayesidir. Madrid’ deki bir gece kulübünde flamenko dansçısı olarak çalışan ve kısa zamanda güzelliği ve yeteneğiyle küçük ama tutkulu bir hayran kitlesi kazanan Maria, bu başarısına rağmen gerçekte şöhret ve paraya fazla değer vermez. Kendine özgü değer yargıları ve prensipleri olan, farklı, müdanasız, özgürlüğüne düşkün bir kadındır o. Bu nedenle, ilk filmi için yeni yüzler arayan ve kendisini izlemek üzere bir geceliğine Madrid’e gelen Hollywood yapımcısı Edwards’ın iş teklifini, sırf adamın tavırlarından hoşlanmadığı için geri çevirmekte tereddüt etmez. Hazırlıkları yapılan filmin yönetmeni Dawes da Edwards’la Madrid’e gelmiştir. Uzun zamandır başarılı bir iş ortaya çıkaramamış, alkol batağındaki Dawes için bu film çok önemlidir. O nedenle Maria’yla konuşup, onu Hollywood’a gitmeye ikna etmek ister. Maria, eskiden beri filmlerine hayran olduğu Dawes’ la tanışıp konuştuğunda, onu insan olarak da sever, güvenir. Ancak kararını değiştirmesinin en önemli nedeni, sevgisiz ve baskıcı annesinin Hollywood’a gitmesine itirazı olur. Zira Maria, zorbalardan emir alıp, onlar tarafından alıkonulmaya asla tahammül edemez.
Madrid’den ayrılıp Hollywood’a giden Maria, kısa sürede büyük bir başarı kazanıp, dünya çapında tanınan ve sevilen bir yıldız haline gelir. Şöhret ve paraya rağmen yaşam felsefesinde önemli bir değişiklik olmaz. Bir gece yaşanan büyük bir tartışmadan sonra, ona sahibiymiş gibi davranan patronu Edwards’ı ve Hollywood’ u terk ederek, kumara düşkün zengin bir iş adamı olan Bravano’yla Avrupa’ ya gider. Başlangıçta, adamın kendisine gerçekten değer verdiğini düşünen Maria, çok geçmeden onun için sadece pahalı bir şans ve gösteriş nesnesi olduğunu anlar. Tam o sırada hayatına giren İtalyan asilzadesi Kont Torlato-Favrini ise, Maria’nın hem ilk aşkı hem de en büyük hayalkırıklığı ve felaketi olacaktır.
Diğer bir bahtsız Maria, Gabriel Garcia Marquez’ in Aşk Ve Öbür Cinler kitabında karşımıza çıkar. Karayipler’ deki hayali bir İspanyol sömürgesinde geçen hikaye, kuduz bir köpek tarafından ısırılan genç Sierva Maria’nın trajik ölümünü anlatır (romanda Sierva’ nın 12 yaşında olduğu belirtilir ama müsaadenizle ben yazı boyunca bu yaş konusunu gözardı edip, onun bir çocuk değil genç kız olduğunu varsayacağım). Kitapların yasaklanıp yakıldığı, kilise ve engizisyonun baskısı altındaki insanların dini ve batıl inançların gölgesìnde yitip gittikleri zamanlara ait bu hikayede de, aşk en önemli ve dönüştürücü rolü oynar.
“Alnında beyaz bir lekesi olan kül rengi bir köpek... yoluna çıkan dört kişiyi de ısırmıştı. Bunlardan üçü zenci kölelerdi. Dördüncüsü ise... Casalduero markisinin tek kızı Sierva Maria de Todos los Angeles idi.” diye başlar kitap. Kuduz bir köpek tarafından ısırıldığı düşünülen fakat yarası iyileştikten sonra hiç bir hastalık belirtisi göstermeyen Maria, buna rağmen, yerel piskoposun tavsiyesini dinleyen babası tarafından cin/şeytan çıkarma ayinleriyle kuduz hastalığından kurtarılmak üzere bir manastıra kapatılır. Şeytan çıkarma işiyle görevlendirilen genç rahip Cayetano Delaura, günün birinde Vatikan’ da görev almayı uman, zeki ve hırslı biridir. Ancak Maria’ yı ilk kez rüyasında görüp tutulduktan sonra ruhunu saran aşkla, hayatını ve inancını sorgulamaya başlar.
Onu hiç sevmeyen ve bakımını reddeden sefih annesi ile hayattan vazgeçmiş ilgisiz ve ruhsuz babasıyla yaşadığı evde köleler büyütmüştür Maria’yı. Onlarla, onlardan biri yaşar. Dillerini, gelenek ve adetlerini bilir. Sessiz, usul tavırları, doğumundan bu yana hiç kesilmemiş uzun kızıl saçları, soluk teni ve mavi gözleriyle büyülü bir havası vardır ve varlığıyla o büyüyü etrafa yayar gibidir. Götürüldüğü manastırın etrafındaki ağaçların yaprakları gürleşir, çiçekler daha iri, daha kokulu açar, hayvanların doğurganlığı artar. Bereket ve hayat taşar varlığından. Yani, cehaletin ve karanlık düşüncelerin girdabında kaybolmuş korku dolu bir dünya için, bütün canlılığı, farklılığı ve mucizeleriyle fazla tehlikelidir.
Burada, Maria’lardan bir süreliğine ayrılıp, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabına uğramak istiyorum. Clarissa Pinkola Estes, bu şahane kitapta, geçmişten bugüne türlü müdahaleler ve baskılar sonucu, doğal kimliklerinden uzaklaşarak bastırılan, kıstırılan ve sezgilerinin sesini artık duyamaz hale gelen biz ‘kaybolmuş’ kadınlara, eve, özümüze dönüşün yollarını gösterir. Bunu yaparken de vahşi kadın arketipi ve masallardan faydalanır. Asırlar boyu kadınlar arasında bir ruhsal şifa aracı olarak ağızdan ağıza söylenerek günümüze kadar gelen, ancak bir noktadan sonra orijinalliklerini yitirerek, erkek egemen dünyanın işine gelecek şekilde yeniden yazılan masallar, ‘doğru’ halleriyle her dinleyişimizde içimizdeki vahşi kadını diriltip, yaralarımızı iyileştirmeye ve iç sesimizi yeniden duyulur hale getirmeye başlarlar.
Kitabın ‘Gerçekleri Koklayarak Araştırıp Bulmak’ başlıklı 3.bölümünde, bir Rus halk masalı olan Bilge Vasalisa incelenir. Korkmayın, sizlere masalı anlatmayacağım :) Sadece yazarın masalı yorumladığı bölümlerden, bizi tekrar Maria’lara ve Defne Topal’a götürecek bazı alıntılar yapacağım. Masal, sezginin kadınların en önemli hazinesi olduğu ana fikrine dayanır, anadan kıza, kuşaktan kuşağa miras bırakılan çok kıymetli bir hazine. Ve bir genç kızın, bazı zor ödevleri yerine getirmek suretiyle yetişkin olma (erginlenme) sürecini anlatır. “Masalda erginlenme süreci, sevilen, iyi anne ölürken başlar. Artık Vasalisa’nın saçını okşayamayacaktır. Birilerinin kızı olarak hayatımızın bir döneminde, psişenin iyi annesinin - küçüklüğümüzde bize en uygun, en iyi biçimde hizmet veren annenin- fazla iyi bir anneye, fazlasıyla koruyucu değerlerinden dolayı yeni meydan okuyuşlara tepki vermemizi ve böylece daha derin bir gelişme sağlamamızı önlemeye başlayan anneye dönüştüğü bir an vardır. Doğal olgunlaşma sürecimizde fazla iyi anne giderek silikleşmeli, yeni bir anlayışla kendi kendimize bakabilmemiz için bizi yalnız bırakmalıdır”. Hepimizin bildiği gibi, çoğu masalda masal kahramanları annesizdir. İyi annenin ölümünden sonra, baba yeniden evlenmiş, eve kötü kalpli üvey annenin gelişiyle, genç kızın zor ödevleri ve erginlenme süreci başlamıştır. Bu yolda en büyük yardımcısı ise annesinden devraldığı (masalda oyuncak bir bebekle sembolize edilen), kadının temel içgüdüsel gücü, yani ‘sezgi’ dir.
11. bölümdeki Defne-Ömer dertleşmesini hatırlamayanınız yoktur herhalde. Ne demişti Defne : “...Hepimizin tek ortak noktası birinin evladı olmakmış. Hayatta hiç kimse sevmese, seni mutlaka biri severmiş. Ben de annem gidince her insan olmaktan çıktım herhalde dedim. Kimsenin evladı değilim.” Defne de, annesinin gidişiyle, dış dünyaya doğru büyüme ve olgunlaşma yolundaki ilk büyük, korkulu adımlarını atmış, hayal ve arzularını içinin derinliklerine gömüp (abisinin tabiriyle) ailenin sağduyusu ve ekmek getireni olmak zorunda kalmıştı. Yine de, daha fazla büyüyüp gelişmesine imkan vermeyen, belki güvenli ve risksiz ama vasat, kısıtlı ve dar bir yaşam sürmekteydi. Ta ki bir gün bir iyilik perisi (!) yani Neriman İplikçi kapısını çalıncaya kadar. Buraya tekrar döneceğiz. Şimdi gidip tekrar bir Maria’lara bakalım isterseniz.
İlk Maria’mız (Çıplak Ayaklı Kontes) Maria Vargas, anne sevgisinden mahrum bir şekilde, İspanya İç Savaşı fonunda geçirir çocukluk yıllarını. Fakirlik nedeniyle ayakkabısı olmaz hiç. Küçük kız, şehir bombalanırken çıplak ayaklarıyla saklandığı moloz yığınlarının içinde, büyüyüp bir sürü güzel ayakkabısı olan zarif bir kadına dönüştüğünü hayal eder. Sonra büyür ve bu hayaller yetmez olur. Sevmek ve sevilmek ister Maria, gerçek bir aşk ister, onu olduğu gibi kabul edecek, sadece dış görüntüsüne değil ruhuna da değer verecek, onu koruyacak, ailesi olacak birini. Ne yazık ki karşısına çıkan erkeklerin hiç biri, güzel ve gösterişli bedeninin ötesindeki Maria’yla ilgilenmez. O nedenle Kont Torlato-Favrini ile karşılaştığında çok şaşırır. Zira genç adam onun meşhur bir Hollywood yıldızı olduğunu bilmemekte ve birlikte olmak için herhangi bir girişimde de bulunmamaktadır. Maria bu saygılı, onurlu adama sırılsıklam aşık olur ve kısa süre içinde onunla evlenir. Sonunda beyaz atlı prensini bulduğuna inanmaktadır. Maria'yı Hollywood’a gitmeye ikna eden ve oradaki macerası boyunca ona yol gösterip, kol kanat geren, yani bir nevi onun iyilik periliğine soyunan Dawes ise, kontun normal görüntüsünün ardındaki karanlığı ve yaklaşmakta olan felaketi sezmiştir, “6. hissim hiç yanılmaz” der ve uyarır dostunu, fakat evliliğin önüne geçemez. Maalesef, kısa bir süre sonra Maria’nın Kont için soylu ailesinin tablo ve heykellerine yakışacak güzel bir model olmasının ötesinde bir önem ve değer taşımadığı anlaşılır.
Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında der ki : “Bilge Vasalisa masalı, çoğu şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatır. Kadın olarak olguları koklayarak farketmek için, sezgimizi ve içgüdülerimizi göreve çağırırız. Olgulardan gerçeği söküp almak, görülecek ne varsa görmek, bilinecek ne varsa bilmek, kendi yaratıcı ateşimizin bekçileri olmak için. Erginlenmiş (yetişkin) kadın işte budur.” Maria ise bu yetenekten yoksundur. “Bir kadının erginlenme süreci çeşitli nedenlerle durabilir. Örneğin hayatının erken dönemlerinde çok fazla psişik sıkıntı yaşamıs, özellikle de ilk yıllarında tutarlı ve ‘yeterince iyi’ bir anneden yoksun kalmış olabilir”. Kötü ve sevgisiz bir anne elinde büyüyen Maria Vargas, ne yazık ki, bir annenin kızına verebileceği en önemli hazineden, sezgi ve içgüdülerine kulak verebilme yeteneğinden mahrum kalmış, yüzeyde görünenin ötesine bakamamış, hep anlık dürtülerle hareket etmiş ve peşpeşe verdiği yanlış kararlar sonucunda da yaşamından olmuştur.
Sierva Maria da, adaşı Maria Vargas gibi sevgisiz ve kayıtsız bir anne ile başlar hayata. Ama onu diğer Maria'dan ayıran önemli bir fark vardır; o, evde çalışan köle kadınların kanatları altında sevilip kollanarak, onlardan biri gibi büyür. O nedenle sezgileri ve içgüdüleri bir hayli güçlüdür. Gelin görün ki, ona karşı tüm gücüyle saldırıya geçen hastalıklı bir dünyayla tek başına mücadele edebilmek için çok küçük ve zayıftır. Hayattan hiç bir beklentisi de yoktur zaten. Kölelerin arasında vahşi, küçük bir hayvan gibi yaşar. Ama yakınlaştıkları zamanlardan birinde, yine de sorar babasına : “Şarkılarda dedikleri gibi, aşkın her şeyin üstesinden gelebileceği doğru mu?”. “Doğrudur” diye yanıt verir babası ve ekler : “Ama sen yine de inanmasan iyi olur ”.
Anneleri tarafından sevilmemiş, babaları tarafından sahip çıkılmamış, dolayısıyla kimsenin evladı olamamış küçük kızların, kurtuluş umudu gibidir sanki aşk. Bilmeden, günebakanların güneşe döndüğü gibi aşka çevirirler tatlı, küçük yüzlerini. Masallara, mucizelere inanmak isterler. Sevmek ama illa sevilmek…
Sierva’nın da böyle gizli bir dileği vardı belki yüreciğinin bir köşesinde. Ama aşk, öldürücü bir hastalık gibi geliyordu anlaşılan o kara zamanlarda. Alnında beyaz bir lekesi olan kül rengi kuduz bir köpek tarafından ısırıldığında başlar onu Peder Cayetano’ya götüren olaylar zinciri. Ne tesadüftür ki, Cayetano’nun da bir tutam beyaz saçı vardır alnına düşen. Köpeğin ısırığı mı öldürür Sierva Maria’yı, yoksa Cayetano’nun aşkı mı? Kitaba bakalım : “ Sierva Maria, Cayetano Delaura’ya ne olduğunu... neden geri gelmediğini bir türlü anlayamadı... Şeytan kovma ayininin altıncı seansı için onu hazırlamak üzere içeri giren gardiyan, ışıl ışıl gözleri ve yeni doğmuş bebek teniyle onu yatağında aşkından ölmüş buldu.”
Anne sevgisini hiç yaşamamış bu küçük kızların isimlerini, tüm kutsal öğretilerde anneliğin sembolu olmuş birinden, Meryem Ana’dan almaları da kozmik bir şaka olmalı. Çok sevgi dolu ve erdemli bir anne tarafından büyütülen Ömer’in evde sürekli Schubert’in eseri Ave Maria’yı dinlemesi de ilginç bir tesadüf olsa gerek :)
Peki aşk kurtarır, iyileştirir mi anne sevgisi görmemiş kızları gerçekten? Yoksa bahtsız Maria’larımız gibi, erkek hikayelerinde birer arzu ve günah nesnesi olmaktan kurtulamayıp, onlar kendi aralarında tepişirken ezilen çimenler gibi öylece yok olup gitmek midir kaderleri? Yok mudur, hem masalını yaşayan, prensini bulan ama bu arada kendi de büyüyen ve güçlenen bir Külkedisi ?
Var tabii : Defne Topal. Bizim Kiralık Aşk masalımızın kahramanı Defne, Neriman İplikçi’nin önerisini kabul edişiyle erginlenme (büyüme, yuvadan uçma) sürecini de başlatmış olur. Ödevler ve sınavlarla dolu uzun ve zorlu bir macera onu beklemektedir. Ancak o, anneannesinden ve bırakıp gitmiş olmasına rağmen onu severek büyütmüş annesinden devraldığı güçlü içgüdü ve sezgileri ile -arada tökezlese de- çoğu zaman en doğru kararları verecek, güçlenmeye ve büyümeye devam edecektir.
Her ne kadar masaldaki Külkedisi, edilgen, pasif bir görünüm çizse ve her şey onun dışında gelişiyormuş gibi görünse de, o baloya katılma istek ve iradesini ifade ettiğinde peri ortaya çıkar. Defne de bir mucize dilediğinde Neriman çıkagelir ve bulur onu.
Masalda iyilik perisi, geçici olarak, bir geceliğine değiştirir Külkedisi’nin görünümünü. Kiralık Aşk, burada Külkedisi’nden ayrışır. Çünkü bizim masalımız, Ömer’in Defne’yi öpmesiyle başlar. Prens daha ilk bölümde Külkedisi’ni bulmuş, o haline vurulmuştur bile. Değişen kılık kıyafet duruma bir katkı sağlamaz. Aksine Defne’nin değişimi ve aşkın gelişimi o sahte görünümden kurtulduktan sonra başlar. Aslına bakacak olursanız, Defne’nin gerçek iyilik perisi Ömer’dir. Ondaki potansiyeli keşfeder, içine gömdüğü yeteneği tekrar su yüzüne çıkarır. Gerçi Defne’dir tabii ilk adımı atan, tasarım kursuna katılma isteğini beyan ederek. Ama Ömer onun için hem ilham ve motivasyon kaynağı, hem de ustası ve yol göstereni olur. O Defne’yi öyle güzel sevdiği için, Defne kendini sevilesi bulur, önemser, gelişmek, büyümek ister. Besleyen, zenginleştiren bir aşktır onlarınki.
Ve elbette, bu masal mutlu sonla biter :)
Bitirmeden önce şunu önemle belirtmek isterim ki, yazıda adıgeçen eserlerle ilgili olarak muhakkak ki yazarlarının ifade edip, tartışmak istedikleri çok daha farklı ve önemli meseleler vardır ve belki Meriç Acemi’nin bunları dizide anma sebepleri bambaşkadır. Ben sadece, okuyup izledikten sonra bu eserlerle ilgili olarak kafamda oluşan resmi tarife çalıştım. Umarım okuması keyifli bir yazı olmuştur.
Sevgiyle,
15 Ocak 2016
https://www.youtube.com/watch?v=2bosouX_d8Y
Kaynaklar:
- Joseph L. Mankiewicz: Critical Essays with an Annotated Bibliography and a Filmography/ Cheryl Bray Lower-R.Barton Palmer
- Aşk ve Öbür Cinler- Gabriel Garcia Marquez, Can Yayınları
- Kurtlarla Koşan Kadınlar -Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler -Clarissa Pinkola Estés, Ayrıntı Yayınları
Kiralık Aşk bir meyve olsa nar olurdu bence... Meyvelerin en sürprizlisi, en bereketlisi. Dıştan bakınca rengi ve şekli ile merak uyandıran, ama içini açınca bir sürü yakut renkli, ışıltılı, leziz tanenin etrafa saçıldığı bambaşka derinlikte bir alem. Görüntüsü ayrı güzel, tadı, anlamı ayrı. Bizler de bu bereketten nasibimizi aldık, aylardır yaza konuşa bitiremedik açtıkça çoğalan Kiralık Aşk alemini.
Ben bu kez bu yazıyla, aklım ve kalemim yettiğince sizleri, sondan geriye doğru giderek dizide bahsi geçen sinema filmleri üzerinden, sevgili senaristimiz Meriç Acemi'nin zihninde ufak bir yolculuğa çıkarmak niyetindeyim. Umarım elime yüzüme bulaştırmam. Buyrun başlayalım.
Yer : Ömer İplikçi’nin ofisi. Kucağında İso bebek ile tasarım toplantısında dahi tasarımcımız. “Yön değiştireceğiz” diyor, “Daha nude tonlara yöneleceğiz. Böyle daha kendiliğinden, daha yalın. Asil, zarif ama bir o kadar da doğal. Çıplak Ayaklı Kontes’i düşünün. "
Başrollerinde Ava Gardner ve Humphrey Bogart’ın oynadığı 1954 yılı yapımı Çıplak Ayaklı Kontes filmi, karamsar bir Külkedisi hikayesi fonunda anlatılan, sert bir Hollywood eleştirisidir. Uzun süre büyük yapım şirketleri için komedi filmleri yazıp çekmiş olan yönetmen Mankiewicz, ilk bağımsız işinde, yıllarca gerçek yeteneğinin bastırılmış ve yaratıcılığının köreltmiş olmasına duyduğu öfkeyle, acımasız bir sektör eleştirisine girişmiştir. Ona göre film işine çuvalla para yatıran bu soğuk kalpli ruhsuz adamlar, zevk ve yaratıcılıktan tamamıyle yoksundurlar. Paralarına para kazandırmaktan başka bir şey düşünmezler. Nitekim, Bogart’ın canlandırdığı, tecrübeli, yetenekli fakat Hollywood’da hak ettiği yere gelememiş senarist/yönetmen Dawes, etrafındaki herkese satın alabileceği bir meta gibi davranan milyoner yapımcı Kirk Edwards’ı para için ruhunu şeytana satmakla suçlar. Ama aslında Dawes’ın kendisi de, yaratıcılığını ifade etmenin yegane yolu olarak gördüğü mesleğini sürdürebilmek için emrinde çalıştığı, taciz ve aşağılamalarına katlandığı kendi metaforik şeytanı olan Edwards’a ruhunu satmış değil midir? (2)
Aynı tema, dizide adı geçen başka bir filmde daha çarpıcı bir şekilde işlenir. 32. bölümde, Ömer’le Defne’nin birlikte izledikleri filmi hatırlıyorsunuzdur: Barton Fink. (O zamanlar epey saydırmıştık sevgili senaristimize, bu anlaşılması zor, karanlık, kasvetli filmi mi seçti yani, çocuklarımızın başbaşa geçirecekleri romantik akşam için diye:))
Coen kardeşlerin imzasını taşıyan 1991 yapımı bu film de, Çıplak Ayaklı Kontes gibi Hollywood film endüstrisini hedef alan önemli bir (öz)eleştiridir. Barton, New York’ta yeni yeni parlayan genç ve başarılı bir oyun yazarı iken, Hollywood’ da senarist olması için yapılan cazip teklife hayır diyemez.Hem daha fazla kazanacak, hem de ne iyi bir yazar olduğunu yedi düvele ispatlayıp, şan şöhret sahibi olacaktır. Yani o da bir nevi Faust’luğa soyunur, ruhunu/kalemini stüdyo sahibi Lipnick’e satar. Ancak Hollywood’ da işler umduğu gibi gitmez. Oyunlarında olduğu gibi filmlerde de, yaşayan gerçek karakterlerle ‘sıradan’ adamın sorunlarını anlatmak isterken, ondan belli bir tarihte teslim etmek üzere, B sınıfı bir güreş filmi yazması istenir. Konu hakkında zerre bilgisi olmayan, yaratıcılığı ve özgürlüğüne dar, sevimsiz bir çerçeve çizilen Barton tıkanır kalır, yazamaz (writer’ s block). Film, değişik konulara değinen çok katmanlı hikayesinin içinde, esas olarak, yaratı sürecinin ne kadar zor ve sancılı olduğunu fevkalade etkileyici bir şekilde anlatırken, sistemin yeteneğe ve yaratıcılığa böyle duyarsızca ve para odaklı müdahalesinin bir süre sonra vahşi bir insan öğütme faaliyetine dönüştüğünün de altını çizer.
Ömer İplikçi’ ye Seville Berberi’ ni sevdiren film olan, Dünya sinemasının tartışılmaz en önemli başyapıtlarından1963 yapımı 8½ (Otto e Mezzo)’ da, ilham yolları tıkanan, bir film yönetmenidir bu kez. Fellini, iddialı bir bilimkurgu projesinin tam ortasında, filmine duyduğu ilgi ve heyecanını tamamen kaybederek, projeyi asla tamamlayamayacağı korkusuna kapılan ünlü film yönetmeni Guido Anselmi (Marcello Mastroianni)’nin hikayesini anlatır bu filmde. Yapım ekibi, oyuncular ve dünyanın parasına mal olan set hazırdır fakat yönetmen yerinde saymakta, heyecan verici herhangi bir fikir üretememektedir. Filmin bir sahnesinde, Guido, saf ve dürüst bir film yapmak istediğini, ancak söyleyecek dürüst bir şey bulmakta zorlandığını itiraf eder : “Düşüncelerimin çok net olduğunu sanıyordum. Her şeyiyle dürüst bir film çekmek istemiştim sadece, yalansız, riyasız. Söyleyecek çok basit bir şeyim var zannetmiştim, herkese yardımı dokunacak bir şey. İçimizde taşıdığımız bütün ölü şeyleri sonsuza dek gömmemize yardımcı olabilecek bir şey. Ama şimdi dönüp bakıyorum da, benim hiçbir şeyi gömecek cesaretim yokmuş.”
Aslında film, Fellini’nin kendi hayatına yönelik bir özsorgulama, iç dünyasına, bilinçaltına ve rüyalarına fantastik bir yolculuktur. Guido Anselmi, Fellini’nin tam bir kopyası değildir, ancak Fellini’nin, Guido karakteri üzerinden kendi yaratıcılığını bloke eden iç çatışmalarını inceliyor olduğuna inanılır. Fellini’nin de Guido ile benzer şekilde -sonradan 8½ olarak adlandıracağı- bir film çalışmasının tam ortasında bir yaratıcılık tıkanmasına uğradığı bilinir. 8½ ‘da olduğu gibi, oyuncular belirlenmiş, roller dağıtılmış, set kurulmuş ama yönetmen filme uzun süre başlamak istememiştir. Yapımcısına film anlaşmasını iptal ettiğini bildirmek için yazdığı mektubun tam ortasındayken baş makinist onu, film ekibiyle birlikte şampanya içmeye davet eder: “Bardaklar boşalmıştı, herkes alkışlıyordu ve ben kendimi utanç içinde boğulmuş hissediyordum. Kendi kendime, mürettebatını yarı yolda bırakan bir kaptan olduğumu, çıkışı olmayan bir durumda bulunduğumu söylüyordum. Yapmak istediği filmi hatırlamayan bir yönetmendim ben.” Tam o anda, ne yapması gerektiği beyninde bir şimşek gibi çakar Fellini’nin. Yaşadıklarını anlatacak, yani, uzun süre nasıl bir film yapacağını bilemeyen bir yönetmenin öyküsünü filme çekecektir.(3)
Nitekim filmin bir yerinde Guido da benzer bir aydınlanma hali yaşar : “İçimi titreten, bana güç veren bu ani mutluluk dalgası da ne? Özür dilerim sevgililerim. Anlamamıştım. Bilmiyordum. Sizi kabullenmek ne kadar doğru, sevmek ne basitmiş. Kendimi öyle özgür hissediyorum ki. Her şey iyi görünüyor. Her şey anlamlı geliyor. Her şey gerçek. Kendimi anlatabilmeyi ne çok isterdim, ama yapamıyorum. Her şey başa dönüyor. Her şey yine karmaşık. Ama bu karmaşa ‘ben’im! ‘ben’, benim olmak istediğim değil. Ve artık korkmuyorum. Gerçeği söylemekten, bilmediğimi, aradığımı henüz bulamadığımı söylemekten.Yalnızca bu şekilde canlı olduğumu hissediyorum. Ve sadık gözlerine utanç duymadan bakabiliyorum. Bir şenliktir hayat. Birlikte yaşayalım! Sana başka ne diyeceğimi bilmiyorum. Ne sana, ne de diğerlerine. Mümkünse beni olduğum gibi kabullenin. Birbirimizi bulmaya çalışmanın tek yolu bu… ”
Barton Fink ve Çıplak Ayaklı Kontes filmlerinde, film endüstrisinin acımazsızlığına yönelik önemli eleştirilerin yanı sıra, işin kreatif kısmında yer alanların bir yandan artistik ve kişisel sorunları ile mücadele ederken, diğer yandan endüstrinin öğütücü çarklarına kapılmadan, dar ve yavan çerçevelere sıkıştırılmadan, hem kendilerini gönüllerince ifade edebilmek hem de bunu işe para koyanları da memnun ederek yapabilmek kaygı ve zorlukları dile getirilir. Biçim, içerik ve anlatım olarak klasik sinema kalıplarının tamamen dışında, yaratı sürecinin en özgür ve özgün haliyle bir filmde vücut buluşu diyebileceğimiz 8½ filmi ise, bizi yine ilham perisini kaybetmiş bir sanatçının zihninin en kuytu köşelerinde gezdirirken, bu çıkmaza nevi şahsına münhasır bir cevap da verir gibidir. Fellini, söyleyecek bir şeyi olmadığını düşünerek tıkanıp kaldığı noktada, bu ‘kendini anlatamayış’ üzerinden bir film yapabileceğini farkederek, sorunu ‘çözüm’ haline getirmiştir. Yani Guido Anselmi’nin alçaldığı yerden Fellini yükselir. Fellini, ayrıca, bu son derece kişisel filmin anlaşılması için bir çaba da sarfetmemiş; onu anlamaya çalışmaktan ziyade hissetmeye çalışmanın daha doğru olacağını söylemiştir: “Ben gerçeği herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanırım. Bana kalırsa, sosyal bir topluluk için bir çağrı hazırlamak, ya da herkes için çağrı olacak bir film çevirmek boşunadır. Bir topluluğa hitap edilebileceğine inanmıyorum. Çünkü topluluk dediğimiz nedir ki? Her birinin kendi gerçeği olan belli sayıda bireylerin toplamı. Filmlerimin bir sonu olmayışının nedeni de budur… Perdede bir sonuç sunduğunuz anda seyircinin işine karışıyorsunuz demektir.” Gerçi neler neler dememiş ki üstad... Hızımı alamayıp, şunları da ekleyebilir miyim? :
- Duyduğum tek sorumluluk duygusu, cehalet ve aptallık tarafından üretilen vasatlıktan kaçınmaktır.
-Bir sanatçı her zaman kendinden söz edermiş gibi geliyor bana. Bir filme giren günlük şeyler bile sanatçının acı ve kaygılarının tanıklarıdır.”
Özetle, ben gerek verdiği röportajlar ve gerekse sosyal medya paylaşımlarından kendine özgü bir hayat duruşu ve söyleyecek sözü ya da şimdinin moda tabiriyle ‘derdi’ olduğu ve bunu olabildiğince kısıtlanmadan, özgür bırakılarak yapabilmeyi arzuladığı hemen anlaşılan sevgili Meriç Acemi’nin, bu filmleri seçmek suretiyle, konu edilen eleştiri ve tespitlerin altına imzasını koyarken diğer yandan da Fellini’nin Otto e Mezzo ile sinema sanatında ulaştığı zirveye bir tür saygı duruşunda bulunduğunu düşünmekteyim. Senaristimiz Ömer İplikçi kimliğine bürünüp, bize sevip önemsediği bu filmleri işaret ederken, Defne de “Neden Seville Berberi? Neden 8½ ? O duvarlardan ne akıyor öyle?” vs. diye sorarak, biz şaşkın izleyicileri temsil eder gibi değil midir :)
Mutlulukla kalın,
25 Aralık 2016
Referanslar:
(1) http://www.ranini.tv/roportaj/9293/1/meric-acemi-kimse-keramet-bende-diyemez-bu-bir-ekip-isi#comment-2352804505
(2) Joseph L. Mankiewicz: Critical Essays with an Annotated Bibliography and a Filmography/ Cheryl Bray Lower-R.Barton Palmer
(3) http://akademikstok.com/avrupa-sanat-filmi-federico-fellininin-%E2%80%9C8%C2%BD%E2%80%9D-filmi-fellini-stilinin-modernist-bakis-acilari-oku-13.html
(4) Nostalghia, Tarkovski
Kiralık Aşk, 65.Bölüme Dair Düşünceler…
Aşk, bilinmezlerle dolu bir gizemli, büyülü kutu; içinde mutluluk da var acı da, kavuşmak da var ayrılık da. “Yar’la bir olmayınca yer'le bir oluyor insan”. Doğru.
Ama işte, bazı yaralar yalnızken sarılabiliyor. Ve bazı cevaplar sessizlikte duyuluyor sadece. Tırtılın kozanın içindeki mutlak yalnızlığı ve sessizliği gibi. “Doğanın bir ritmi vardır, mevsimler birbirini itmez, bulutlar gökyüzünde yarış etmez, her şey kendi zamanında olur.” Her aşkın da kendine göre bir ritmi ve akışı var. Defne ve Ömer de zamanları geldiğinde kozalarından çıkıp, tekrar Aşk’la bir oldular, derin derin nefes almaya, yaşamaya başladılar. İki hafta önce yazdığım kelebek hikayesini hatırlıyor musunuz? : “ Kelebek kozadan çıkmaya hazır olduğunda, koza açılır. İçine kapanma, kısıtlanmalar, kılıflara duyulan ihtiyaç geride bırakılmıştır... Yeni bedenini kazanan kelebek, geçmişin hesabını yapmaz, nasılsa öyle yaşar. Gelecek için endişelenmez. Tek yaptığı kendini bırakmak ve gerçekleşene güvenmektir.”(2) Defne de ailesine: “ Hiç birini unutmadım, ne acısını ne sızısını. Ama yaşadığım ne varsa, cebime koyup devam ettim. Anladım ki hepsi ilişkimize dahilmiş. Hepsi bugüne gelmemiz içinmiş. Bazen bir an bütün bir ömre bedel olur, bazen de o koca hayatın o bir anı telafi edemezmiş demek ki. (Ömer de aynı şeyleri rüyasında söylememiş miydi?) Ben işte o anın içindeyim. Bu benim hayatım, benim tercihim. Ne olursa olsun, ne yaşanırsa yaşansın, ben bunu yaşamak istiyorum.” derken, tam bir kelebek lisanı kullanmıyor mu? Artık ona koza ve kılıf işlevi gören yuvada saklanmaya, korunmaya ihtiyacı yok. Aynı acıları tekrar yaşarım diye hayattan kaçmaya da. Kendini doğal akışa bırakan cesur bir kelebek o, geçmişin hesabını yapmadan, gelecekten korkmadan, bir günlük ömrünü gönlünce yaşamaya kararlı. Bencilce değil, yüreklice “mutlu olmam lazım benim, mutlu olacağıma inandığım yoldan gitmem lazım.” diyebilen.
Burada aklıma, dizinin başlangıcından beri pek çok sebepten fena halde Ömer İplikçi‘ye benzettiğim ünlü ingiliz yazar C.S.Lewis ve onun yaşam öyküsünden bir kesitin anlatıldığı Shadowlands ( Gölgeli Topraklar) filmi geliyor. Filmin bir yerinde Jack (C.S.Lewis) der ki: “ Eğer birilerini seviyorsanız, onların acı çekmesini istemezsiniz. Bunu kaldıramazsınız. Onların acılarını, kendi üstünüze almak istersiniz. Eğer, ben böyle hissediyorsam Tanrı neden hissetmiyor? Tanrı, iyi olmak zorunda değil mi? Bizi sevmesi gerekmiyor mu? Yoksa O bizim acı çekmemizi mi istiyor? Ya bu sorunun cevabı evetse? Bakın, Tanrı’nın -özellikle- bizim mutlu olmamızı istediğinden emin değilim. Bence, O bizim sevip sevilebilmemizi istiyor. Bizim büyümemizi istiyor. Sizlere diyorum ki, Tanrı BİZİ SEVDİĞİ İÇİN bize acı çekme yeteneği bahşetmiş. Başka bir deyişle, acı, Tanrı’nın sağır bir dünyayı uyandırmak için kullandığı megafonudur.” (3)
Bir anne olarak, Türkan anneanneyi hem çok iyi anlıyor hem hiç anlamıyorum. Anlıyorum, çünkü ben de evladımı bazen bir anne kanguru gibi vücudumdaki bir cepte taşımak istiyorum, sanki öyle yaparsam onu dünyadaki tüm kötülüklerden koruyabilecekmişim gibi. Ayağına taş değmesin, yüreğine dert düşmesin istiyorum. Kafasında hep mutlu, umutlu düşünceler, yüzünde sakınmasız gülüşler olsun. Ama mümkün mü? “Her şey zıddı ile anlaşılır” demiş Mevlana. Acı olmadan mutluluk tanımlanabilir mi? Herkes kendi payına düşen acıyı yaşayacak bu dünyada, kaçış yok. “Bizler; heykeltıraşın şekil vererek insan formuna dönüştürdüğü taş parçalarıyız. Çekiç darbeleri bizi ne kadar çok acıtırsa, bizler o kadar mükemmel oluruz.”(3)
“ Peki ya ölüp ölüp dirilişlerin, acillerde yatışların? “ diyor anneannesi. Şimdi, açık yüreklilikle soruyorum, kendime ve size: Sevdiklerimizin acı çekmesi ihtimali bizi neden bu kadar korkutup kaygılandırır? Asıl dayanamadığımız onların acı çekişi değil de, o acıya şahit olmanın bizim içimizde yarattığı ikincil acı, suçluluk, çaresizlik ve öfke olabilir mi? Zira acıyı çeken bilir. Ne yaparsak yapalım, ne kadar çırpınırsak çırpınalım, elimizden, yanlarında durup onları sevmek ve destek olmaktan başka bir şey gelmez.
Hayat bizim için daha kolay olsun ve daha az üzülelim diye, onların isteklerini ve duygularını kontrol etmeye çalışmak, sevgimizi ve desteğimizi duygusal şantaj malzemesi olarak kullanıp, bize boyun eğmeyip hayallerinin peşinden giden çocuklarımızı ailelerine sırtlarını dönmekle suçlamak? Bunu anlamıyorum işte. Bir noktadan sonra tek yapacağımız, özgür iradeleriyle verdikleri kararlara saygı duyup, kararlarının sonucu ne olursa olsun, onlara evimizin ve kalplerimizin kapılarını her zaman açık tuttuğumuzu hissettirmek. Yani : Koşulsuz sevgi. Gerisi onlara kalıyor, onların seçimi, onların hayatı. Defne’nin de dediği gibi, sonuçta herkes kendi hikayesini yaşayacak.
Halil Cibran da der ki: “Çocuklarınız sizin çocuklarınız değil, onlar kendi yolunu izleyen Hayat'ın oğulları ve kızları. Sizin aracılığınızla geldiler ama sizden gelmediler ve sizinle birlikte olsalar da sizin değiller. Onlara sevginizi verebilirsiniz, düşüncelerinizi değil…Bedenlerini tutabilirsiniz, ruhlarını değil… Siz onlar gibi olmaya çalışabilirsiniz ama sakın onları kendiniz gibi olmaya zorlamayın. Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur. Siz yaysınız, çocuklarınız ise sizden çok ilerilere atılmış oklar. Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar. Okçunun önünde kıvançla eğilin, çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar başını dimdik tutarak kalan yayı da sever.”(4)
“Ben” olmadan, “biz” olunmuyor. Defne ilk kez bu bölüm “ben varım” dedi. Şükrü’nün tabiriyle, ne kadar bencilce de olsa, kendini seçti. Artık acı çekmekten, bilinmezin yani hayatın peşinden gitmekten korkmuyor. Kendini seviyor, kendine güveniyor çünkü, can dostu İso’nun Topalgiller’e pek güzel açıkladığı gibi. Nihayet birlikteler, oyunsuz, yalansız, beklentisiz. Peki Ömer yanındayken bile neden bu kadar uzak ona? Neden anlatmıyor derdini, neden aralarına bir duvar örüyor yine? Bir ulaşşa o gizli odalara, bir değdirse elini yarasına, her şey düzelecek oysa, Ömer iyi olacak. Hep öyle olmadı mı? Neden izin vermiyor şimdi onu iyileştirmesine? Havada koyu bilinmezlik bulutları...
“ Ellerindi ellerimden tutan/ Ellerimdi ellerinden tutan/ Bıraktığı anda ellerimiz ellerimizi/ Gökyüzüne vuracaktı gölgeleri ellerimizin/ Kimbilir kaç martılar halinde/ Bir masada karşı karşıya/ Seyrederken dudaklarını senin/ Dile gelmiş ilk Türkçeydik/ Henüz başlamış kül rengi bahar/ Ne savaş, ne barıştık biz/ Bu dünyaya yeni gelmiş bir diyar/ Manolyaya gece konmuş kumrular. “ (5)
Sabırla, tevekkülle bekliyoruz biz de işte, ne yapalım…
Bu arada, Sir Pamir Marden’ i de İzmir Marşı ile uğurladık. Beklemiyordum, şaşırdım. Ben sevmiştim kendisini. Karakter gibi karakterdi, gerçekten Pamir Marden diye biri varmış gibiydi. Ya giderayak ettiği bilgece laflar… “ Deniz insanın kendini sonsuzlukla sınadığı yer aslında. Yani o kadar büyük ki karşısında bir hiç olduğunu farkediyorsun. Öyle oturup kısmetini bekliyorsun, tevekkül ediyorsun. Yetişmeyi bırakıp tevekkül etmek. Bazen unutuyoruz, öyle kendimizi bir halt sanıp kafa göz dalıyoruz hayata (…) Ki öyle kolay kolay da uzlaşmaz senle. Nazlanır bazen, hemen istediğini vermez. Bekletir, sınar, öğretir. Sabretmeyi, bedel ödemeyi. Sen anca şansını denersin, istediğini verip vermemek ona kalmış. Deniz… Seviyorum ben denizi ya. Çok acayip. Güzel kafadır, güzel insanların işidir deniz.” Sanki aşkı da tarif ediyor gibi değil mi bir yandan ? Yani, deniz lafını çıkarın, yerine aşkı koyun...
Durun, daha bitmedi : “ Ben kadınların sezgilerine güvenirim, akıl da bir yere kadar… Defne’nin söylediği şey her neyse, bir düşün bence…”
Burada size, geçen haftaki yazımda da ismi geçen ünlü Fransız düşünür Henri Bergson’dan ve onun “sezgicilik” kuramından kısaca bahsetmek isterim. “Bergson 20. yüzyılın en çok tartışılan filozoflarından biridir. Metafizik bir evren ve yaşam kurgusu, düalist bakış açısı, sezgiciliğin ve vitalizmin öncüsü olması, onun felsefe tarihinde ilginç ama merak uyandıran bir yerde durmasına sebep olur. Zaman'ı ciddi bir biçimde ele alan tek filozof olduğu söylenmiştir. Borges, Bergson'dan sonra zaman üzerine yazmanın çağı aşmak olacağına inanmıştır. Bergsoncu bakış açısıyla, yaşam mekanik olamaz ve materyalizmle açıklanamaz. Sadece sezgi gerçekliği açıklayabilir. İnsan zekası, tek başına evreni kavramaya yetmez. Bergson, akılcı felsefi mirası reddeder; akıl, us, mekanik görüşler gerçeğe cevap veremezler. Düalizminin temelini zihin ve sezgi ayrımı oluşturur. Zihin nesneyle ve uzamsal zamanla, sezgi ise yaşamla ve süreyle bütünleşir.”(6) Yaşamla ve süreyle...
Yani Pamir’in ettiği bir cümleden yola çıkıp buraya mı vardın derseniz, evet, öyle oldu galiba :)
Balıkçı filozoflarımız da muhteşemdi. Beş güzel adam. Kiralık Aşk’ ın en güzel yazılmış ve çekilmiş sahnelerinden biriydi, öyle gerçek, samimi ve dolu dolu :
İso: Zaten öyle ya bu iş, bi seni dünyanın en mutlu insanı yapıyo, bi yere çakıyo asfaltı yalıyosun (yar yerine yeri öptürüyor adama di mi :)
Koriş : Bu ne kız böyle, bozkır ozanı gibi, hiç bi şey anlamadım ben…
Pamir : Bence önemli olan bir arada olmanız, gerisi hikaye. Yani iki insanın aynı anda birbirini seviyor olması mucize gibi bir şey. Olmayınca olmuyor çünkü. Olduğunda da kıymetini bilmek lazım.
Sinan : Evet, üzmemek de lazım, öyle çok dik olup, kırıp dökmemek gerekiyo...
Ömer : Yine de iyi ki… Seni alıp savursa da ordan oraya, ipe de götürse, yaksa yıksa da yine de iyi ki. İnsanı daha hayatta hissettiren başka bir şey bilmiyorum ben.
Çok güzel bölümdü, tüm ekibin emeklerine sağlık.
Sevgiyle.
19 Aralık, 2016
*Aşka Dogru, Grup Gündoğarken
https://www.youtube.com/watch?v=bayBGyukH-M
Kaynaklar :
Yazıda tırnak içinde gösterilen ilk iki alıntı anonim.
(2) http://blog.radikal.com.tr/felsefe/dogadaki-donusumun-ogretisi-44777
(3) Shadowlands (Gölge Topraklar), 1993
(4) Ermiş, Halil Cibran
(5) Hayal Oyunu, Can Yücel
(6) http://kirpi.fisek.com.tr/index.php?metinno=sinema/20060529082316.txt
Kiralık Aşk 64. Bölüm’e Dair Düşünceler…
Bitmeyen geceler. Kabuslarla çarpılarak çoğalan. Gözleri açık tutmaya çabalarken, uykunun derin koynuna daha da kaybolurcasına uzanılan. Ve sonra o koyu derinlikten, kabuslarla uyanıklığın kıyılarına vurulan, tekrar tekrar. Paramparça uykular, gecenin karanlığını gündüze taşıyan...
O bir ay çocuğu Bahçede çiçekler toplayan Tatlı ay çocuğu Saatlerin yankıları üzerinde sürüklenen Süt beyaz elbisesi içinde rüzgara yelken açan Güneş saatine halka taşlar bırakan Şafağın hayaletleri ile saklambaç oynayan Güneş çocuğunun gülümseyişini bekleyen (2)
Defne, Ay kız… Güneş’in doğuşunu bekler gibi bekler başucunda, yanıbaşında Ömer’in, içini dökmesini, iyileşmesini. Göklerin oğludur Güneş, mantık, adalet ve iradeyi temsil eden. Ama hepsinden önemlisi ışıktır, sıcaklıktır, yaşamdır. O gülümsemezse, Defne nereden alır ışığını, nasıl bulur yolunu, nasıl beslenir? Öte yandan, kendi kozmik iyileştirici gücünün de farkındadır Ay Kız; Güneş gibi durağan olmadığının, sürekli bir dönüşüm içinde büyüyüp küçülerek yenilendiği için ‘canlı’ ve tükenmez olduğunun. Sonsuz döngüselliği ile yaşamın ritimlerini, yeniden doğuş ve varoluş umudunu devam ettirendir o, zamanı işaret edendir, berekettir. Sırf yanında durarak, elini tutarak, tatlı sesiyle kulağına şarkılar mırıldanarak bile şifa olur, umut olur, güç olur sevdiğine. Simyacılar der ki : Ay arınmış sevgidir, Güneş ve Ay, beden ve ruh, altın ve gümüş, kral ve kraliçedir. Ve birlikte aşamayacakları zorluk, aydınlatamayacakları karanlık, çözemeyecekleri dert yoktur. Yeter ki, birlikte olsunlar.
Daha önce de bahsetmiştim bu hissimden, bu sezon koyu bir maviliğin içinde oluyor her şey. Her şey geceyi çağrıştırıyor gibi, saklı, derin, melankolik. Geçen yılın, ilkyaz, ilk aşk, caneriği tazelik ve canlılığı, bu sene yerini kış, ikinci şans, ayvayla nar tatlılığı ve yumuşaklığına bıraktı tamamen. Kışa rağmen, soğuğa rağmen, yavaş ama emin adımlarla ilerliyoruz gecenin en karanlık zamanına, şafağın ilk ışıklarına doğru. Aşka güveniyoruz çünkü. Defne- Ömer, Ayşegül- İso, Seda ve Sinan’la, aşkın farklı hallerini, demlerini, olurlarını olmazlarını, kırılma ve dönüşüm noktalarını bir kez daha yaşıyor, sorguluyor, anlıyoruz yüreklerimizde. Sonunda illa ki “ Aşk iyileştirir! “ inancıyla. Bir “Oluru var!” mutlaka diyerek…
Peki Ömer’i yiyip bitiren sır ne? Ne oldu, nasıl oldu da, iyiniyetle ve sevgiyle alınıp hediye edilen minicik cam bir kürenin içindeki kırmızı sakallı küçük İrlanda perisi, her şeyi bir anda alt üst ediverdi? Gökkuşağının sonunda bir yerde, sakladığı bir küp dolusu altınla beklemesi ve yeterince iyi olursak bize Şirinleri göstermesi (ay pardon, ufaklıklar karıştı:), üç dileğimizi yerine getirmesi gerekmiyor muydu? Elimizde bazı ipuçları var tabii. Ömer’in kafasında dönüp duran o sahne. Bir yara izi. Gece vakti telaş ve korku dolu bir ifadeyle araba kullanan Ömer. Uykudaki sayıklamalarından anladığımız kadarıyla, hasta ya da yaralı birini bir yere, büyük ihtimalle hastaneye yetiştirmeye çalışıyor. Kendisi de yaralı mı acaba o sırada? Bilmiyoruz henüz. Tek bildiğimiz her ne olduysa, Ömer’in vicdanında, ruhunda, bilincinin sonradan unutup üstünü kapatmayı seçtiği bir yara, büyük bir iz bıraktığı. Umarım yakın zamanda öğreniriz cevabı. Hem zaten benim de bu konuyla ilgili anlatmak istediğim şey başkaydı. Ortak bir tanıdığımızın önerisini dinleyelim ve bu dar zamanlarda biraz edebiyata sığınalım ha, ne dersiniz? Oradan da azıcık psikoloji ve bi tutam da mitoloji yapar, bitiririz.
Malum, Albertine Kayıp’ la ummadığımız bir anda, bütün görkemiyle önümüzde açılıverdi M.Proust’ un “Fabuleux” dünyası. Yedi ciltlik ‘Kayıp Zamanın İzinde’ nin ilk kitabı olan “Swann’ların Tarafı” nda ‘anlatıcı’ olarak tanınacak -yalnızca birkaç yerde Marcel olarak anılan- karakter, bir madleni çaya batırır ve tadında geçmişten ‘kayıp’ bir anıyı hatırlayıverir : “Benliğimin derinliklerinde böyle çırpınan şey, bu tada bağlı olan, onun peşinden bana gelmeye çalışan bir görüntü, görsel bir hatıra olmalı … Bu hatıra, özdeş bir ânın çekiminin, ta uzaklardan gelip benliğimin derinliklerinde kışkırttığı, coşturduğu, deştiği o geçmişteki an, bilincimin aydınlık yüzeyine ulaşacak mı?” Ulaşır ve Dünya edebiyat tarihinin en bilinen ve unutulmaz anlarından biri gerçekleşir: “ Ve tıpkı Japonların, suyla dolu porselen bir kaseye attıkları silik kağıt parçalarının, suya girer girmez çözülüp şekillenerek, renklenerek belirginlik kazandığı, somut, şüpheye yer bırakmayan birer çiçek, ev, insan olduğu oyunlarındaki gibi, hem bizim bahçedeki, hem M. Swann'ın bahçesindeki bütün çiçekler, Vivonne Nehri'nin nilüferleri, köyün iyi yürekli sakinleri, onların küçük evleri, kilise, bütün Combray ve civarı şekillenip hacim kazandı, bahçeleriyle bütün kent çay fincanımdan dışarı fırladı.” (4)
Burada, ünlü Fransız düşünür Henri Bergson’un zaman kavramı hakkındaki düşüncelerinden çok etkilenen ve ‘Kayıp Zamanın İzinde’ de bu düşüncelerden hareketle kocaman bir dünya kurmayı başaran Proust’ un, ‘Proustian Memory’ olarak da bilinen ‘Involuntary Memory (İstemdışı bellek)’ kavramından kısaca bahsetmek iyi olur. İstemdışı bellekte saklı anılar, beynimizin bilinçdışı bir alanında kayıtlı, bilinçli çabayla hatırlanması mümkün olmayan anılardır. Bir gün beklenmedik bir anda, umulmadık bir obje ve o objenin tetiklediği bir duyumsamayla (koku,ses, tat,görüntü), o hatıra saklandığı yerden tüm canlılığıyla çıkagelir. Bu çıkagelişler genellikle flashback (geçmişe dönüş, geçmişi hatırlama) olarak adlandırılır. Bunlar oldukça travmatik bir deneyimin parça parça görüntüleri halindedir ve hatırlandıklarında, kişiyi olayı yaşadığı andaki kadar güçlü bir şekilde etkiler ve sarsarlar. Proust, Swann’ların Tarafı’ nda şöyle devam eder konuya :
“ Kaybettiğimiz kişilerin ruhlarının, daha ilkel bir varlığın, bir hayvanın, bitkinin veya cansız nesnenin içinde tutsak olduğu yolundaki Kelt inancını çok makul bulurum; bu ruhları gerçekten de kaybetmişizdir, ta ki, birçokları için hiç yaşanmayan bir gün, ruhun hapsolduğu ağacın yanından geçinceye, ruhu barındıran nesneyi tesadüfen ele geçirinceye kadar. O zaman ruh irkilip ürperir, bizi çağırır ve onu tanıdığımız anda büyü bozulur. Bizim tarafımızdan kurtarılan ruh ölümü yener ve bizimle birlikte yaşamaya başlar tekrar … Geçmişimiz için de aynı şey geçerlidir. Geçmişi hatırlama gayretimiz nafile, zihnimizin bütün çabaları boşunadır. Geçmiş, zihnin hâkimiyet alanının, kavrayış gücünün dışında bir yerde, hiç ihtimal vermediğimiz bir nesnenin (bu nesnenin bize yaşatacağı duygunun) içinde gizlidir. Bu nesneye ölmeden önce rastlayıp rastlamamamız ise tesadüfe bağlıdır.” (4)
Defne de hediye olarak leprikonu seçişiyle bu tesadüfü gerçekleştirmiş oldu. Minik cam küredeki kırmızı sakallıyı görür görmez, olay sırasında arabanın dikiz aynasında asılı olan leprikon görüntüsü yıldırım gibi çaktı Ömer’in zihninde. Ve bilinçaltının derinliklerinde bir mayın gibi uyumakta olan anılar, büyük bir patlamayla su yüzüne vuruverdiler. Yukarıdaki alıntıda geçen “Kelt inancı” lafını düşününce, seçilen objenin leprikon oluşu da ilk etaptaki kadar şaşırtıcı gelmiyor şimdi.
Ömer zihninin karanlıklarında, Defne’nin eli ve nefesiyle yolunu bulmaya çalışırken, Defne de bir kez daha dostluk ve aile ile sınanıyor. Baştan beri iki dostu var zaten, zamanına ve yerine göre, birine daha çok içini açtığı, Defne’nin. Bu bölüm hep Ömer’in ‘peşinde’ydi, iki dostuyla da konuşamadı. Aklı ruhu Ömer’ le dolu olduğunda başka bir şey düşünemez, yapamaz hale geliyor.
Yine Proust’a kulak verelim mi: “Bir insanın bilinmeyen bir hayatın parçası olduğunu ve ona olan aşkımız sayesinde bu hayata nüfuz edebileceğimizi zannetmek, bir aşkın doğmasında en temel unsurdur ve başka hiçbir şeyin önemsenmemesine yol açar.”(4) Defne de, ilk üçüncü bölümde, Ömer‘in çalışma odasına girip, onun gizli mabedini gördüğünde yaşadı bu duyguyu bence. Ve o zamandan itibaren de, hayatındaki hiçbir şey, onun Ömer’ e aşkı ve o gizli hayata nüfuz etme isteği kadar önemli olmadı, olamadı.
Nihan bunu göremediği gibi, bir de en olmadık zamanda görevlendirdi Defne’yi evlilik yıldönümü sürprizi için. Önceki sene kız isteme sırasında da elinden telefonunu düşürmeyen Defne’ ye sitem edip durmuştu hatırlarsanız. Onun yaşadıklarını en ince detaylarına kadar bildiği halde, halen bu tür sitem ve alınganlıklar göstermesi çok ilginç gerçekten. Kendisi aşka, evliliğe o kadar kolay, normal yollardan ve zahmetsizce ulaştı ki, Defne’nin halini anlayıp susmakta zorluk çekiyor diye düşünüyorum. Hele Defne’nin ona “yamuk yaptığını” öğrendiğinde bir miktar kızıp, sonra oturup kocasıyla kutlamasını yapacağı yerde, yel yepelek yelken kürek yola düşüp Defne’yi araması akıl alır gibi değildi. Neyse ki İso yine kitabın ortasından konuşup gerekenleri bi güzel söyledi (parantez içindekiler iç sesim oluyor):
Iso - Kusurlu bi hareket, evet, tamam… Ama neden yaptı ona bi bakmak lazım (eveet, değil mi ama)
Nihan - Neticeye bakmak lazım İso, yapmış işte ya, nedeni mi var? (E herhalde, yoksa niye yapsın, şuursuz mu senin gibi?)
Iso - Nihan’cım, şimdi şuursuz şuursuz sinirlenmek en kolayı, ama bi de nedenine bakmak lazım di mi ? Şimdi sen burda Defo’yu gömelim diye geldiysen yanlış kapı, bilip bilmeden sallamıyorum ben dostuma! (Tutmayın beni, öpücem, dost gibi dost)
Ve Defne gider !
Aile için fedakarlık yapmanın kitabını yazmış bu güzide insanı o kadar sıkıştırıp daralttılar ki, kız resmen yuvasını terketti. Yuva dediğin neresiydi diye soruyor bir de yavrucak. “ Yuva dediğin yer neresiydi ? Doğduğun yer ya da doyduğun… Sevdiğin, sevildiğin, en büyük mutsuzluğunda asla yalnız olmadığını bildiğin ya da en çok mutlu olduğun. Artık bilmiyorum. Tek bildiğim, hiç aşina olmadığım bir maceraya atıldığım. Doğru mu yanlış mı, ne kadar uzun yolum, zaman gösterecek. Belki zamanla yeni bir yuvam olur. Belki de savrulur giderim, bilmiyorum.” Ne büyük bir cesaret. Hayatın, anın akışına bırakabilmek kendini, özden gelen seçime, kalbinin sesine güvenmek. Böyle bir yolcunun yolu yanlış yerlere varır mı hiç? Büyüme, gelişme ve güzellikten başka bir şey karşılar mı vardığı yerlerde? Bugüne kadar tüm sırları, yalanları sevdiklerini üzmemek, incitmemek, kaybetmemek adına saklamış, yük etmişti güzel yüreğine. Ama sonunda onları üzülmekten koruyamadığı gibi, kaybetti de. Bir de böyle olsun bakalım.
Meşhur mitolojist “Follow your bliss/ Mutluluğunu takip et” sözünü çokça tekrar etmesiyle bilinen Joseph Campbell, “Kahramanın Sonsuz Yolculuğu” adlı eserinde Apollo’nun aşkından kaçan ve onun olmaktansa, bir ağaca dönüşmeyi yeğleyen Daphne mitinin, çocukluk egosunun, duygusal ilişkiler ve idealler alanıyla birlikte bir kenara kaldırılmasında yaşanan bir yetersizliği temsil ettiğini söyler. Ona göre, kişi çocukluğun duvarları içinde hapis kalmıştır. Baba ve anne eşik muhafızları olarak durur ve birtakım cezalardan korkan çekingen ruh, kapıdan geçmeyi ve dışarıdaki dünyaya doğmayı başaramaz. 3. bölümde Sadri Usta’nın : “Apollo’nun değil, Ömer’in Defne’si” sözleriyle bu mitin kötü kaderini yaşamaktan kurtulan Defne, akabinde yasak odaya girerek, dış dünyada başka bir evin gizlerine bakma cesaretini gösteriyordu. Ve şimdi bu bölüm, evinin kapısından çıkıp, yeni bir hayata, bir bilinmezliğe doğru ilk adımlarını atarak, Daphne mitini tamamen yerle bir etmiş oluyor. Kahraman, sonsuz yolculuğuna resmen başlamıştır artık.
Hem ne demişti 53. bölümün başında : “…Hayat hep yol ayrımlarıyla dolu. Tamam benim yolum burası diyoruz. Sonra yeniden bir çatala çıkıyor o yol. Yeniden, tekrar tekrar karar vermek zorunda kalıyoruz. Sonunda bütün bu seçimlerimiz bizi biz yapıyor.Yine de bazen dönüp hayretle bakıyorum yaptığım seçimlere, o zamanki ben şimdiki beni şaşırtıyor bazen. Fakat işte hayat bizden yeni kararlar almamızı beklerken devam ediyor. Ne de olsa yürümeye mecburuz. Kapının arkasında bizi ne sürprizler, hangi mucizeler bekliyor, asla bilemiyoruz” Bilmemenin ama akışa güvenmenin dayanılmaz hafifliği. Yürü be Defo !
Sevgiyle ve umutla,
13 Aralık 2016
* https://www.youtube.com/watch?v=npbpWVpckDg
(2) Moon Child, King Crimson
(3)Eliade Mircea, Dinler Tarihine Giriş
(4)Marcel Proust, Swann’ların Tarafı, Çev: Roza Hakmen, Yapı Kredi Yayınları (2008)
Kiralık Aşk, 62. Bölüme Dair Düşünceler…
Mutluluk, kristal bir küre gibiydi. Elden ele dolaşırken her an düşüp kırılacakmış korkusu yaratıyordu yüreklerde. Gönüller, mutluluğun sırça bir küre değil, sonsuz genişlikte bir gökyüzü olmasını diliyordu, hani çocukluk gibi hiç bir yere gitmeyeninden hem de. (2)
Bu bölüm Defne’yle Ömer mutluluğun resmiydiler ve öyle güzel, öyle ışıl ışıldılar ki, resimlerini yapmaya “ne tual yeterdi; ne boya” (3). Kalplerimiz titreyerek şahit olduk biz de, birazcık ürkerek, çok mutlu olup gülünce peşinden bir mutsuzluk geleceği korkusu iliklerine işlemiş bir dünyanın, tedbirli, tedirgin çocukları olarak.
- Ne iş, öyle bi mutluluklar falan, ayaklarımız yere değmiyor ?
- Uçuyorum oğlum… Hey aşk! Sen nelere kadirmişsin ya…
32. bölümde ne demişti Ömer’e : “ Hayatta yaşadığımız herşeyin bir sebebi var. Belki çok sonra yaşayacağın mutluluğun bedelidir bu sıkıntı.” Sonunda yaşamaya başladılar bedelini misli misli ödedikleri mutluluğu. Ama mutluluk bir ödül, bir hedef, yaşam yolculuğunun varılmaya çalışılan nihai durağı değil elbette. Mutluluk daha ziyade “doğru” yaşamanın bir yan ürünü gibi. Yolumuzda dümdüz yürümeye devam edip, ona ulaşmak için çabalamadığımızda kendini hissettiren, her daim yanıbaşımızda olmasa da, gökyüzü gibi engin bir genişlikle bizi sardığını bildiğimiz.
“ Bir yıl önce bugün Roma’da yapayalnızdım, tanıdığım herkese öfkeliydim. İçimdeki enkazda tek bir sevgi kırıntısı kalmamıştı. Şimdi burdayım…Affetmek herkesi, herşeyi... Küskünlükleri geride bırakmak, öfkeyi söndürmek belki de en iyisi. Mutsuzluklara, kırgınlıklara konsantre olmak yerine, içindeki mutluluğu bulmak, ona tutunmak ve affetmek… Neyse ne! yaşıyorum, yaşıyoruz işte…”
“Senin gönlün değişirse dünya değişir.” der Şems-i Tebrizi. Hiç bir şey göründüğü gibi değildir. Bakış açımız değiştiğinde algılarımız da değişir. Ömer’le Defne de, istemeden tam ortasında kaldıkları yalan rüzgarında savrulup dağılır gibi olsalar da, sonunda içlerindeki doğruluğa, iyiliğe tutunup, kendi yollarında kalmayı başardılar. Bir yandan da aşkla yaşamaya başladıkları muhteşem deneyim sayesinde, tam her şey bitti derken, tırtıldan kelebeğe dönüşür gibi değiştiler, başkalaştılar. Ve dünyaları da değişti gönülleriyle birlikte.
Bu sezon hikayenin ana temalarından olan “metamorfoz, değişim, yeniden doğuş” konusu, doğada, bir tırtılın kelebeğe dönüşümünde çok etkileyici bir şekilde gösterir kendini :
“…Tırtıl, dönüşüm zamanı yaklaştığında -kendisi bunu bilmez-…bir dala tutunur...Baş aşağı asılır oraya, her şey tersine dönmüştür artık, özgürlüğünü sınırlayan bir koza kabuk kendiliğinden oluşmaya başlar. Tırtılın farkında olmadığı dönüşüm süreci başlamıştır. Ve kozanın içinde bir mucize gerçekleşir...Tam da tırtıl hayatının sonuna geldiğini, her şeyin bittiğini düşündüğünde kelebeğe dönüşmeye başlar...Kelebek kozadan çıkmaya hazır olduğunda, krizalit koza şeffaf hale gelir ve açılır. İçine kapanma, kısıtlanmalar, kılıflara duyulan ihtiyaç geride bırakılmıştır…Yeni yaşamına hoş geldin kelebek ! Eski bedeninin kaybı ve geride bıraktıkları ile yeni bedenini kazanan kelebek, geçmişin hesabını yapmaz, nasılsa öyle yaşar. Kelebek oluşunu anlamaya çalışmaz. Gelecek için endişelenmez. Çünkü doğada mükemmel bir düzen işlemektedir. O hazır olduğunda dönüşüm OL'muştur ve tek yaptığı kendini bırakmak ve gerçekleşene güvenmektir.” (4)
Ömer’le Defne de birer kelebeğe dönüştüler. Korkmuyorlar bir tırtıl gibi artık, rüzgar eser ya da dal sallanır da düşersek diye. Çünkü biliyorlar ki kanatları var. Artık, eline rüzgar çanını alıp sevdiğinin kapısına dayanan, Ömer’i etkilemesi için yapılan duygusal baskı ve şantajlara hayır diyebilen cesur ve güvenli bir Defne ile hayatını altüst eden insanları affedip, onlarla birlikte yeni bir sayfa açma yüce gönüllüğünü gösterebilen “ermiş” bir Ömer var karşımızda.
17 Ekim tarihli yazımda : “Evet, değişti Ömer… Değişip, yeniden doğman, her hal ve hareketinle bambaşka biri olman demek değil ki. Yine aynı şekilde durur ve yürürsün, aynı şekilde bakar ve güler, aynı şekilde ifade edersin kendini. Ama olaylara baktığın yer değişmistir. Etrafına çizdiğin çemberlerden, içine düştüğün kuyulardan çıkmış, ferah feza bir dağ zirvesinden bakar olmuşsundur yaşamına.” demiştim. O çemberleri, duvarları (her ne şekilde adlandırıyorsan) ortadan kaldırıp kozandan çıktığında ve koruyacak, savunacak bir şeyin kalmadığında, özgürsündür artık. Yani, kendini korkmadan, güvenle hayatın akışına bıraktığında. Seni senden başka kimsenin incitemeyeceğini öğrendiğinde. Değişim korkutucu olsa da, kelebeğe dönüşüp kanatlanabilmenin başka yolu yok. Hem değişince “ Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir diye endişe etme. Nereden bilebilirsin hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını?” (Şems-i Tebrizi)
Bir sene önce terkettiğin noktaya geri dönmek, dünyanın güneşin etrafındaki bir turu gibi. Geri dönmek, ama bir üst halkadan, bambaşka bir bilinç, duygu ve bakışla. İnsanların zaaflarını, yanlışlarını kendi bütünselliğimiz icin bir tehdit olarak görüp onları yargılamak ve kendimizden uzaklaştırmak yerine, bize asıl zarar verenin diğerleri hakkındaki düşüncelerimiz, beklentilerimiz ve onları sıkıştırmaya çalıştığımız kalıplar olduğunu farkederek. Hayatta kendimizden başka hiç bir şeyi değiştirmemizin mümkün olmadığını bilerek. Matrix filminde çok etkileyici bir sahne vardır. Filmin kahramanı Neo, metal kaşıkları zihin gücüyle bükebilen küçük bir çocuğu izler ve aynı şeyi yapmaya çalışır ama beceremez. O zaman çocuk der ki, “yanlış yapıyorsun, kaşığı bükmeye çalışma, kaşık olduğunu düşün ve kendini bük.”
Ve yine Şems’in dediği gibi, istiyorsan “kuralların olsun, ama kurallarını başkalarını dışlamak yahut yargılamak için kullanma”, kendi yolunu aydınlatmak, yönünü çizmek için kullan.
Hikayenin bir diğer ÇOK değişeni de Pamir oldu, oldukça beklenmedik ve hızlı bir biçimde hem de. Zira, kendisini en son, Defne ve Ömer’in yeniden birlikte olduklarını Defne’nin ailesine ispitlemek üzere bırakmış ve bildiğimiz en galiz küfürleri de peşpeşe sıralamıştık. Ama o da ne ? Adam : “ Birine öyle tutulursun ki” diyör, “ O üzülmesin diye kendinden verirsin. Yani sana doğru gelecek, onu sana getirecek şeylerden bile fedakarlık edersin. Defne’yi üzeceğini bildiğim için Ömerle birlikte olduğunu ailesine söyleyemedim…” diyör.
Gönüllerimizin güneşi Tebrizli Şems’in, Pamir’ in durumuna da uygun bir sözü var elbet. “Gül, her gönlün mürşididir; kimini kokusuyla şad eder; kimini de dikeniyle irşad eder (doğru yolu gösterir).” Gerçek aşk, ateşini düşürmeye görsün bir kalbe. Birini kendinden fazla düşünür, sever hale gelmek, onun mutluluğunu kendininkinin önüne koymak, o güne kadar benmerkezli yaşamış bir insan için ne büyük bir devrim ve başkalık.
Ömer’e de : “ Gördüm ben Ömer, anladım” dedi. “ Bırakıp gittiğim kadınları düşündüm mesela. Meğer ben eğleniyorken, birileri üzülüyormuş. Bu konular, çok da öyle eğlenilecek mevzular değilmiş. Son zamanlarda ben çok sorguluyorum kendimi. Nerdeyim, n’apıyorum, nereye gidiyorum? Sen mesela, çok doğru davrandın bence. Dümdüz durarak, dürüst kalarak. Hiçbir hileye hurdaya sapmadın. Kaybediyor gibi gözüküyordun ama, bak görüyorsun işte, Defne de senin, aile de, arkadaşların da. Kazandın yani. Seninle didişmeyeceğim artık. Daha fazla ters düşmenin bir manası yok. Defne’nin de etrafında olmayacağım artık, merak etme… ”
Yine önceki yazılardan birinde, Pamir’ in evinin duvarında asılı posterden bahsetmiştim hatırlarsanız, hani üzerinde “Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır ve ikisi arasındaki farkı anlayabilmek için de bilgelik ver.” sözlerinin ingilizcesi yazılı olan. Açıkçası, Ömer’e söylediklerinde ciddi ve samimi olduğunu düşünüyorum Pamir’ in, değiştiremeyeceği şeyleri kabullenmeye hazır olduğunu. Belki birgün gerçekten, yeniden dost olurlar Ömer’ le kimbilir.
Metamorfozdan laf açılmışken, Ömer’in evinin girişindeki holde yer alan ve bu son bölüm evin yolgeçen hanına dönmesi nedeniyle, önünden en az elli kere geçilen Escher’in ‘Metamorphosis II ’(5) adlı eserinden de kısaca bahsetmek isterim (ki Ömer’deki tamamı değil, bir parçası sadece ve siyah beyaz basılmış olanı.) Bu yazıyla sizleri yine değişim, dönüşüm konularına boğmuş gibi oldum, kusuruma bakmayın. Mevzuyu çok cazip ve ilgi çekici bulduysam demek :)
Metamorphosis II, ‘sonsuz döngü/değişim’ in en yaratıcı ve büyüleyici örneklerinden biridir. Escher’in, ahşap baskı tekniği ile 1939 -1940 yıllarında yaptığı 389.5 santimetre uzunluğundaki bu eser, “Metamorphose” yazısıyla başlayıp, biter. Arada kalan kısım, tamamen tesselasyonlarla doldurulmuştur (Tesselasyon: 'matematiksel döşeme' olarak özetlenebilir, herhangi bir örtüşme ya da boşluğa mahal vermeksizin bir düzlemi kaplayan şekiller kümesi). Sondan bir önceki kısımda, kırmızı, siyah ve beyaz renkli kuşlar küplere, küpler de İtalya’da bir kasaba olan Atrani’nin evlerine dönüşürler. ‘Metamorphosis I’ e de konu olan bu kasaba, deniz kenarına yapılmış bir kule ile son bulur. Ki bu kule, ‘Metamorphosis II’ de bir satranç taşına dönüşür. Baskı, diğer satranç taşları ve satranç tahtasına dönüşen geometrik şekiller ile sona erer. Ve döngü, sonlanmaksızın devam eder. Ne de olsa, “değişmeyen tek şey değişimdir”.
Bölümle ilgili diğer notlar :
- Ah Seda! Yine suçluluk, yine hakettiğine bir türlü inanamadığı mutlululuğuna bir bedel ödetme çabası. Aşırı sorumluluk yüklenme, çocuğunun başına gelen her kötü şeyi kendinden bilme. "Annelik kurumunun görünmeyen şiddeti : suçluluk. İnsan hayatına dair iktidarsız bir sorumluluk, yargılamalar ve kınamalar, kendi gücünden ve yapabileceklerinden korkma, suçluluk, suçluluk...” (6)
Boşanmış bir kadın olarak, hayatında çocuğundan başka birine ihtiyaç duyduğun, aşık olduğun, mutlu olduğun için kendini suçlamak. Sanki çocuğuna ayırman gereken zamandan ve sevgiden çalıyormuşsun gibi. Oysa insan aşık olduğunda, zaman da genişler ve çoğalır, tıpkı kalbi ve sevme kapasitesi gibi. “Süper” kadınların da sevilmeye, korunmaya, yardıma ve başını dayayacak bir omza ihtiyaçları vardır. Bu zayıflık ya da yetersizlik değil, son derece doğal bir insanlık halidir. Ve, mutlu bir anneden daha iyi gelen ne vardır ki çocuğa.
Ama ne güzel bir dostluk kuruldu Pamir’le aralarında değil mi?
- Ayşegül’ ün kardeşini sevemedim nedense. İmkansızlığın çaresizliği içerisinde, yüzyüze gelmemek ve aşklarını kalplerine gömmek için insanüstü bir çaba sarfeden İso ve Ayşegül’ü, özellikle Ayşegül’ü aşkının şiddetiyle yüzleştirmek ve harekete geçmeye zorlamak için hikayeye dahil oldu bu kızkardeş belli ki. Annesi yollamış huysuz babadan uzaklaşsın, okusun, iş güç sahibi olsun diye. Ama Cevdet’ in evine? Türkan da gelir gelmez başgöz etmeye kalktı kızı. Tezcanlısın anladık da, bu işler de turşu kurmaya benzemez ki Türkan’ım, ah bilseydiniz...
Cevdet de ne berbat bir karakter. Ben, kapı önünde itip kakmanın ötesinde bir fiziksel şiddet uyguluyor olabileceğinden şüpheleniyordum ama, adam duygusal taciz konusunda uzmanlaşmış.
“Fiziksel tacizde izler görülebilirken, duygusal taciz insanın ruhunu yaralar ama görülemez. Duygusal taciz uygulayan kişi, karşısındakini azarlar, küçük düşürür, yıkıcı bir şekilde eleştirir, hiç bir şeyi doğru yapamıyor hissi uyandırır, ihmal eder, karşısındakinin istek ve ihtiyaçlarını önemsemez, görmezden gelir. Tacizci bunları, karşısındakini suçlayıp, tehdit edip, emir vererek açık bir şekilde veya yol gösterme, öğretme, tavsiye verme şeklinde yapabilir.”
“Duygusal tacizci, hayatı kraliyet ailesindenmiş gibi yaşar ve sizin onun gönüllü hizmetkarınız olmanızı ister. Her şeyi sizin yapmanızı bekler ve asla yardım etmez.” (7)
Ne kadar da Cevdet, değil mi?
Ayşegül, kız kardeşinin İso için hayırlı bir kısmet olarak görülmesinin yarattığı baskıyla, sonunda tepki vermeye başladı. İso’ya olan aşkı, onu bir yanardağa çeviriyor. Aşk, yıllardır bastırdıklarını ortaya dökmesi için bir fırsat, iyi ve haklı bir sebep oluşturuyor.
- Derya ‘yı sevmeye başlayacağımı rüyamda görsem inanmazdım. Şu sahnede aşırı şeker değil miydi ?
- Ya Ömer’ in mutfağındaki yemek hazırlama sahnesi. Dizinin ilk bölümünden beri, birbirinden güzel mutfak ve yemek sahneleri hiç eksik olmadı. Hatta bir çok duygu, mutfak ve yiyecek metaforları üzerinden anlatıldı. Ama Ömer’ in mutfağı, hiç bu son bölümdeki kadar mutlu, canlı ve güzel görünmemişti gözüme. İkinci Bahar’dan bu yana, izlediğim en gerçekçi ve lezzetli yemek pişirme sahnesiydi, tüm ekibin emeklerine sağlık...
Sevgiyle kalın,
29 Kasım 2016, Salı
Faydalanılan Linkler :
* Mutlu Aşk Vardır, Hüsnü Arkan
https://www.youtube.com/watch?v=MuGP3Zb0qj0
(2) Manastırlı Hilmi Bey’e İkinci Mektup, Edip Cansever
(3)Mutluluğun Resmi, Abidin Dino (şiir)
(4) http://blog.radikal.com.tr/felsefe/dogadaki-donusumun-ogretisi-44777
(5) http://www.3quarks.com/en/Metamorphose/index.html
(6) http://bianet.org/bianet/toplumsal-cinsiyet/114384-anne-ya-da-degil-annelik-etme-meselesi-uzerine
(7) http://www.tavsiyeediyorum.com/makale_12014.ht
http://xyzkadin.com/hayata-dair/iliskiler/duygusal-tacizin-10-isareti/#.WDxr6qIrKt9
Kiralık Aşk, 61. bölüme dair düşünceler...
İkisi de su gibiydiler aslında. İki nehir. Pırıl pırıl, berrak, temiz. Bir süre birlikte akıp karıştıktan sonra, birbirlerinin bilinmezinde kaybolmaktan, artık eski kendileri olamamaktan korktular. Uzaklaştılar. Kendilerini daha iyi tanımak, sularını geçmişlerinin tortularından arındırıp, yeniden doğmak için, ayrıldılar. Geçmişe, yeraltına yolculuk, yalnız yapılması gereken bir yolculuktur çünkü. Dağlar tepeler, türlü türlü vadiler, tüneller aştılar. Ve hazır olduklarında yeniden buluştular. Artık korkmuyorlardı. Hazırdılar birlikte akmaya, yeniden birbirlerine karışmaya. Öyle daha güçlüydüler, daha bereketli, daha güzel.
- Eskiden de öyleydi, şimdi de öyle. Her gün senden bir şey öğreniyorum.
- Mesele aslında bu değil mi? Yani birbirimizi beslemek, karşılıklı. Aslında bu kadar basit.
Sadece birbirlerini değil, onlara dokunan herkesi, herşeyi besleyen, geçtikleri yerleri de kendileriyle birlikte dönüştüren, temizleyen iki nehir, suları hiç durmayan.
- O kadar uzun süre korktum ki yalanlardan, sırlardan… Mesela böyle bir haber aldığım zaman içim karmakarışık olurdu. Senin yanında olmak istiyordum ama hep sakladığım bir şey var diye hiç bir şeyi doya doya yaşayamıyordum. Şimdi…
- Şimdi bizim zamanımız.
- Evet.
Allahımmm, bu konuşmayı duymak için öyle çok bekledik ki. Bir gün, aralarında sırlar, oyunlar, yalanlar, dolanlar olmadan birbirlerinin gözlerinin içine sevgiyle, güvenle bakabilmeleri, “…Hep iyi gelmişler birbirlerine… Ne yaşanırsa yaşansın asla kaybetmemişler o aşkın ahengini. Hep kaldıkları yerden eskimeden, eksilmeden devam etmişler birbirlerini yaşamaya…Çünkü artık kalpleri aynı yerde atıyormuş… İşte bu yüzden hiç vazgeçememişler aşktan ve birbirlerinden.” diyebilmeleri için. Çok şükür dostlar, bugünleri de gördük sonunda. Artık Aşkın zamanı !
“Hayat OLUYOR! Bazen çok üzücü ve ürkütücü de olabiliyor… Ama gerçekte ne olduğunu, neyin neden olduğunu, neye vesile olduğunu anlamak yıllar bazen onyıllar sürebiliyor! Geriye sadece adımlar kalıyor. Adımlar ve öğrettikleri... Varacağın yer, bulacağın çıkış ne olursa olsun, her koşul altında sadece bir adım, doğru, iyi niyetli, temiz bir adım daha atabilmekten ibaret oluyor yolun anlamı. Ve sonra bir adım, bir adım daha…”**
Defne de, Ömer de değişmeye, büyümeye devam ediyorlar. Hayat OLURKEN, arada da üzüp, fena halde hırpalarken, onlar her şeye rağmen, “kendilerini bozmadan” attıkları doğru ve iyiniyetli adımlarla, “güzel, temiz hayatlarına”, yollarına, kaldıkları yerden devam ediyorlar.
Defne, bir sene önceki “minnoş Defne” değil. Hala saf, hala temiz. Ama hayat okulunda daha tecrübeli ve temkinli bir öğrenci artık, kendini korumayı ve gerektiğinde tırnaklarını çıkarmayı öğreniyor hızla. O nedenle, Hulusi ve Neriman’ la konuşmalarını da, gücünü maddiyat ya da statüden değil, kendi özünden, sevgiden ve dürüstlükten alıyor olmanın kıymetini bilen bir duruş ve meydan okumayla yaptı, aslanlar gibi. Ama onlar anladı mı? İşte orası şüpheli. Biri, parasıyla tahakküm kurmaya, parayla insanların, hatta en yakınlarının hayatlarını yönetmeye, saygı ve bağlılıklarını kazanmaya alışmış yaşlı bir zorba; diğeri toplum içinde paranın satın aldıkları ile var olup, kendini ancak o şekilde değerli ve önemli hissedebilen, almaktan vermeye, tüketmekten üretmeye, bozmaktan yapmaya geçememiş, belki özünde iyi (zira zaman zaman verdi bu iyiliğin işaretlerini malum) ama zamanla kullanmaya kullanmaya o taraflarını eksiltmiş, içi kararıp gitmiş, yalnızlığının ve mutsuzluğunun dahi farkında olmayan bir asalak, bir zavallı… En yakın dostunun bile, fakirleştiğinde onu bırakacağına inanacak kadar yalnız ve zavallı hem de.
Neriman’ın çocukluğuna şöyle bir inersek, neler göreceğimizi az çok tahmin edebiliyorum aslında. Zengin koca bulmak için az uğraşmamış, zamanında Yasemin söylemişti hatırlarsanız. Kendi de inkar etmiyor gerçi. Baksanıza, ablası Betül de, zengin, üstelik Sir ünvanlı biriyle evlenmeyi başarmış. Bu durum aklıma, gerçek hayatta örneğine çokça rastlanan bir anne modelini getiriyor. Arzu edip de yaşayamadıklarını çocuklarında yaşamak, kendi hayallerini onlar üzerinden gerçekleştirmek isteyen, sevgi dolu bir anneden çok, bir yarış antrenörü, bir pazarlamacı gibi davranan para, güç ve statü meraklısı, hırslı, haris tipler. “Ben geleceğimizi garanti altına almaya çalışıyorum. Fakir mi ölelim, sokakta mı kalalım?” dedi ya. Nasıl bir korkuysa artık. Belli ki, parasızlığın, fakirliğin dünyanın sonu gibi algılandığı, yaşamda anlam ve güvenin maddiyatta saklı olduğuna inanılan orta halli bir ailede büyümüş. Parasız insanların bir hiç olduğu öğretilmiş ona. Güzellik ve zekası bu amaca yönelik kullanılacak araçlar haline gelmiş zamanla. Hep teknik - taktik olmuş hayatı. Ama ona kendini değerli hissetirecek şeyi, Defne ve Ömer gibi, içinde, özünde bulamayıp, dışarıdan, başkalarına ait bir kaynaktan elde ettiğinden, o şeyi kaybetme korkusu Demokles’in kılıcı gibi, sürekli sallanır olmuş tepesinde. O korkuyla da, hayatı hem kendine hem de etrafındakilere zehir etmiş. Albert Einstein’in dediği gibi : “ Eğer mutlu bir hayat yaşamak istiyorsanız, hayatınızı bir amaca bağlayın, insanlara ya da eşyalara değil.” Ve başka bir bilge de şöyle demiş ya (Haktan Bey hatırlattıydı sağolsun) : ” Güvenme güzelliğine bir sivilce yeter, güvenme malına bir kıvılcım yeter.” Başka şeylere güvenmek lazım, daha insani, daha kalıcı şeylere…
Ömer de büyüyor baksanıza… İlk Pamir’in Defne’yle konuşmasına izin vermesi ne şık, ne olgun bir hareketti. Gerçi Pamir bu durumu itinayla suistimal edip, kendi hanesine puan olarak yazdırdı ama olsun (Daha fazla saklamaya vicdanı elvermemişmiş). Aslında, niyet değil de sonuç itibariyle bakarsak, Pamir fevkalade hayırlı ve faydalı bir karakter çıkmadı mı sizce de? Yooo dalga geçmiyorum, hatta son derece ciddiyim. Durun anlatayım. Yeni sezon başlarken elimizde ne vardı? : Zorlu ve acılı bir ayrılıktan sonra, hiç ummadıkları zaman ve yerde karşı karşıya kalıp afallayan, bir çift Defne ve Ömer. Aşk ve özlemle yanıp kavruldukları halde, hem araya giren zaman ve mesafenin hem de ayrılık sırasında oluşan kırık çıkıkların etkisiyle, bir türlü birbirlerine doğru yerden, doğru şekilde yaklaşıp dokunamayan Defne ve Ömer yani. Derken, Pamir giriyor devreye. Defne’yle Pamir’in, birlikte partiye gitmek üzere yola koyulduklarını öğrenen Ömer ne yapıyor peki? Hoop, mevzuya bodoslama dalıyor. Parti yalan oluyor tabii. Sütlü nuriye hırsızlığı sonrası karakoldan Ömer’i, ikinci şans tasarımı ile ilgili olarak da -ispiyon mahiyetinde- Vani’yi arayan, daha sonra kiralık aşk olduğunu öğrenen Ömer’in Defne’ye ulaşmasını önlemek için yangın alarmını çalıştıran Pamir, niyet ettiğinin aksine, her seferinde Defne ile Ömer’i birbirlerine doğru itip, yakınlaşmalarına neden olmuyor mu ?
İlk fragmana bakılırsa, önümüzdeki bölümde de bu yardımlarını sürdürüyor olacak Pamiriko. Aşklarının ikinci evresini, yalansız, korkusuz ve güvenle yaşamaya başlayan çiftimizin arasındaki tek sorun Defne’nin ailesi gibi şu an. Daha doğrusu ailenin bir kısmı. Nihan konuya ilk günden vakıf, ekmekarası zaten Ömerci. İso da bizden artık nasıl olsa. Geriye bir tek Serdar’la Türkan kalıyor. Serdar’a neler neler derdim de, terbiyemi bozmak istemiyorum. Ama Türkan anane ne dese haklı. Neyse, gördüğümüz kadarıyla Pamir, Ömer’in dönüşünü aileye yetiştirip, Defne’yi bu durumu saklama derdinden de kurtarıyor bir çırpıda. Zira ona kalsa, daha epey anlatamazdı. Dizide bir sır bir kere ortalığa döküldü mü, çözümü de peşinden geliyor biliyorsunuz. Sağol be Pamir…
Pamir le ilgili son bir şey (sevmiyorsunuz biliyorum ama), Allahaşkına hangi seven adam, sevdiği kızın, başka bir adamın odasına gece gece rüzgar çanı tıngırdatmaya girdiğini görür de, şöyle güler? :
İşte bunlar hep beni mutlu eden hareketler :)
Bölümle ilgili diğer notlar :
- Tam bir yüzleşmeler, anlaşmalar, dertleşmeler, kavuşmalar bölümüydü… Defne - Pamir, Defne - Hulusi, Defne - Neriman, Hulusi - Neriman, Neriman - Necmi, Necmi - Sinan, Defne - Ömer, Defne - İso, Sinan - Seda, Koray - Neriman, Ömer - Hulusi, Neriman - Ömer.. Yazarken başım döndü valla :)
- Geçen bölüm, Necmi uyur gibi yapıp, Neriman’la Koray’ın konuşmalarını dinledi demiştim ama adam essahtan horul horul uyumuş meğer. Bravo Necmi, sonra öyle ağzın açık kalakalırsın Hulusi İplikçi’nin karşısında. Az uyanık ol da!
- Ömer ne tatlıydı değil mi : “ben sizin çalışanınızım tabii ama” diyen Şükrü’ ye, “değil Şükrü, sen ikimizin de dostusun, ben seni gayet iyi anlıyorum” diye cevap verirken:) Ama Defne’yle Şükrü arasında öyle gizemli bir işbirliğine neden gerek duyuldu, onu pek anlayamadım doğrusu. Defne “gel” dese, her halükarda giderdi ki Ömer zaten.
- Sinan’la Seda ne tatlı bir çift oldular, 1503 sahnesi muhteşemdi, tam bir vodvildi gerçekten:)
- Aytekin’i göremedik, özledim sanırım.
- İso’yla Defne’nin barış kucaklaşmaları burnumun direğini nasıl tatlı tatlı sızlattı. Bakalım İso ne zaman bahsedecek Ayşegül’den Defne’ye? Bahsedebilecek mi ya da?
- Ama İso’nun da ne garip bir kaderi var yaa. Sanki hayat, aşkın her türlü çileli, imkansız halini onda deniyor. Önce karşılıksız bir aşkla sınandı garibim. Üstelik sevdiği kız en yakın arkadaşına aşıktı bir de. Ardından, her anlamda “dengi ” olmayan bir kadınla yaşadığı, kendi kısa ama acısı çok uzun süren o yakıcı aşk. Nihayet evli bir kadına duyduğu, kendi tabiriyle “yanlış” aşk. Şarkıdaki gibi aynı :
Bir yumak sarar gibi geçtim acılardan
Bir kilit yüreğimde bir demir kapı
Kuş uçmaz kervan geçmez bir yerlerdeyim
Belki de aşk dediğin erişilmez olmalı
Ben imkansız aşklar için yaratılmışım
Ne kavuşmayı bilirim ne unutmayı
Kayboldum kuytusunda yalnızlıkların
Yaşadım en karasını sevdaların***
Sevgiyle,
21 Kasım 2016
* Bu Su Hiç Durmaz, Bülent Ortaçgil
https://www.youtube.com/watch?v=fukU5o0gCH4
(En sevdiğim Türkçe şarkı olabilir bu)
** https://www.facebook.com/Junointhesky/posts/889173294542960
*** Ben İmkansız Aşklar İçin Yaratılmışım, Erol Evgin
Kiralık Aşk, 60. Bölüme Dair Düşünceler…
“Dün akıllıydım, dünyayı değiştirmek istedim. Bugün bilgeyim, kendimi değiştiriyorum.” Mevlana.
Ömer, doğru, adaletli ve yalansız bir dünya kurduğunu sanmıştı kendine. O dünyanın kaskatı duvarlarını geçememişti kimsecikler, ta ki Defne turuncu saçlarıyla Ömer’in mutfağına bir akşam güneşi gibi doğana dek. Geçti o duvarları geçmesine de tatlı Defne’ciğimiz, ödediği bedel çok büyük oldu.
Küçük Deniz Kızı masalı geliyor aklıma hep, Defne’yi düşününce. Deniz kızının, sevdiğinin yanında kalabilmek için insan bacaklarına sahip olmanın bedelini sesini kaybederek ödemesi gibi, Defne de Ömer’le olabilmek için yalanlar söylemiş, öz benliğinin, su gibi olan Defne’nin sesini aşka feda etmişti. Gerçek Defne’nin sesi nihayet duyulduğunda da her şey bitti. Büyü bozuldu, prens gitti, küçük deniz kızı da tekrar denizin derin sularına karışıp, karanlıklarda kendini aramaya koyuldu. Fakat günlerden bir gün prens geri döndü. Artık prens değildi üstelik. Heybetli, güçlü bir krala dönüşmüştü. Ve deniz kızını geri istiyordu. Korktu kız. Tam kendi benliğine yeniden kavuşmuşken, tekrar kaybolmaktan, aynı acıları tekrar yaşamaktan korktu. Ama kral değişmişti. Artık prensiplerini, kurallarını bir yana bırakmış, aşka teslim olmaya karar vermişti. Deniz kızıysa temkinliydi aksine. Kralın estirdiği fırtınalarda savrulmaktan yorulmuştu. Ona değil, kendine tutunmayı öğrenmesi gerektiğini biliyordu. Başlarda sabırsız olan kral anladı. Deniz kızının canı yansın, üzülsün istemiyordu artık. Onu korkutmadan, incitmeden yanında durmaya, sevmeye karar verdi : “Kendine kimsenin gözünden bakma. Kendi gözünden bak, kendi değerini kendin belirle. Kendine inanman önemli. Kimin ne düşündüğü değil” dedi hatta bir akşam.
Bu sezona dair ilk yazımda : “Daha potansiyelinin farkında, kendine güvenli, kendini kollayan bir Defne göreceğiz artık büyük ihtimalle. Ömer de kalın duvarlarının ardında kitaplarına saklanan, duygularından korkan ve onları gizleyen prensip kumkuması Ömer değil artık. Daha pervasız, açık ve incinmekten korkmayacak bir Ömer izleyeceğiz.” demişim. İzlemeye başladık mı peki? Bence evet.
“Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez”, demiştik birkaç hafta önce de. Defne - Ömer, Seda - Sinan ve Ayşegül - İso arasında kurulan sevda yollarında gidiş gelişler başladı bile. İlk, Defne’yle Ömer’e uğruyoruz elbette. Tatlı bir rüzgarın onları alıp götürdüğü o yoldan, her seferinde öyle güzel, öyle aydınlık ve mutlu bir dünyaya varıyorlar ki. Sadece yan yana, gönül gönüle olmanın, kısa bir süre için bile olsa dış dünyanın sorunlarından uzaklaşmanın mutluluğu ve hafifliğiyle gülüyor yüzleri. Sevdiceği dünya gözüyle uzun uzun, sakınmadan seyredebilmenin, göğsünde onun güzel başıyla uyanabilmenin hazzına paha biçilemiyor.
Üstün zekası dillere destan olan Sinyor İplikçi’nin ilk kiralık aşk oyununa bir türlü uyanamayışı, bir kısım izleyicinin o müthiş zekadan ciddi bir şekilde şüphe duymasına neden olmuştu. Oysa bir durumu yaşamakla dışarıdan izlemek arasında çok büyük fark vardır. Keza söz konusu durumun algılanıp değerlendirilişi de içinde veya dışında olanlar için bambaşka olacaktır. Ömer kendisi oyunun içindeyken anlayamadı olan biteni. Bir şeylerden şüphelendi elbette ama hangi aklı başında “normal “ insan, en yakın akraba ve dostlarının arkasından böyle bir iş çevirebileceğine ihtimal verir ki? Üstelik dut gibi aşık olmuşken ve sezgileri, kalbi sevdiğinin su gibi duru ve temiz olduğunu söylüyorken. Ama Pamir meselesini hemen şak diye çözdü. Çünkü hem bu kez konunun dışında idi, hem de bu filmi daha önce izlemişti.
Ve gidip bu keşfini hemen Pamir’e söyledi. Çünkü bence Ömer Pamir’in bu işe eğlence ve para için girdiğini, koca ayının tekrar tavşan kardeşle oynamak istediğini bilmesinin ise, durumu iyice kızıştırıp, Pamir açısından zevkli bir yarışa çevirdiğini sandı. Bu bilginin onu caydırıp, vazgeçireceğini düşündü ve Pamir’in Defne’ye herşeyi itiraf etmek isteğini de bu nedenle ciddiye almadı. Ama konu uzayınca, durumun sandığı gibi olmadığını sezmeye başladı sanki. Defne’ye aşık bir Pamir. İşin rengi çok değişir o zaman tabii…
Pamir alıcıları çok hassas ve güçlü, çok zeki, çok stratejik biri. Ama son iki bölümdür önce Defne’yle sonra Seda’yla yaptığı konuşmalar, bana onun da yaralı ve yalnız bir çocukluk geçirmiş olduğunu düşündürdü. Hatta geçenlerde sevgili Yağmur’la da kısa bir sohbetimiz olmuştu bu konuda.
“Dur bakalım… Yavaş yavaş girersin kalbine belki. Sakince kuşatırsın, aklını, beynini, zamanını. Baktığı yerde seni görür. Yavaş yavaş alışkanlık olursun. Varlığını üflersin kulağına. Ne ara işgal edildiğini anlamaz bile.” Sevdiğin, yanında olmak istediğin ama seni istemeyen veya önemsemeyen birinin hayatına sızmak, onun vazgeçilmez bir parçası olmakla ilgili son derece ince, kurnaz ve stratejik bir plan (o kadar ki Seda bile anlamadı). Ama öte yandan kulağa, fena halde yalnızlık, çaresizlik ve sevgi açlığı ifade ediyormuş gibi de gelmiyor mu? Sanki çocukluk yıllarında, ilgi ve onaylarına muhtaç olduğu insanlardan koşulsuz bir sevgi görmemiş, olduğu gibi kabul edilmemiş ya da belki görmezden gelinmiş. O da onların hayatına rahatsızlık vermeden sızabilmek için böyle bir teknik geliştirmiş. Zira Seda’yla konuşurken, yeni keşfedip Defne üzerinde denemeye başladığı bir şeyden değil de, hayatı boyunca uygulayıp bayağı antrenmanlı olduğu bir halden bahsediyormuş gibi değil miydi ? O nedenle çevresindeki insanlara, özellikle kadınlara karşı çok duyarlı. Hepsini çok iyi okuyor. İncecik porselen biblolarla dolu bir konsolun üzerinde, hiç birini devirmeden yürüyen bir kedi zerafetiyle dolanıyor etraflarında. Nötr ve serin, hiç bir rahatsızlık vermeden, bam tellerine basmadan, ruhlarını okşayarak, güvenlerini kazanarak.
Defne’ye de “Farklı göklerin altında takıldık hep biz. Ailelerden saklanan çocuk hep ben oldum. Ömer de mutfakta oturabilen güvenilir adam.” demişti ya. Ömer’in çocukluğundan beri kabul gören, baskın, güçlü, müdanasız kişiliği, hem kendi anne babası hem de diğer aile efradı tarafından sevilip onaylanmış olması yıllardır içini kemiren bir kurttu belki de. Belki de hep bir şekilde onunla ringe çıkıp bir boy ölçüşme, bir hesaplaşma yaşamak istemişti. İşte şimdi fırsat ayağına gelmişti, en ummadık zamanda ve şekilde. Aşk için çarpışan iki şövalye. Biri beyaz, diğeri siyahlar içinde. İyi savaşan, prensesin aşkını en çok hak eden kazansın (Pamir diyor ha, ben değil! ). Çünkü, “kuzeninin” Defne’yi terkederek İtalya’ya gidişiyle o büyük aşkı ve şansı kaybettiğini, Defne’nin onu mutlu edecek birine layık olduğunu düşünüyor büyük ihtimalle. Ama işte aşk öyle akıl almaz, ele avuca sığmaz bir şey ki, bu tür ince hesapların, planların ağına takılmıyor. Teknik taktik işlemiyor. Onun kendine özgü bir seyri ve akışı var, ancak muhataplarının görüp izleyebildiği. Kalpler bir olup, aşkla atmaya devam ettiği sürece aşıklar aşkın ta kendisi oluyor, damarlarında ortak bir kan dolaşmaya başlıyor. Eğer bunu bilebilseydi Pamir, Defne’nin mücadelesinin sadece Ömer’le değil, Defne’nin kendisiyle de ilgili olduğunu, çünkü onların artık AŞK olduklarını anlayabilseydi (Ömer ben senle napıcam? Kendimle napıcam?Tam toparlıyordum kendimi geldin yine ruhumu ele geçirdin. Çok sinirleniyorum sana ya, ondan sonra da yatıyorum, bütün gece seni düşünüyorum. Ha bi dakka ya, aslında ben sana kızmıyorum, kendime kızıyorum, insan bu kadar güçsüz olabilir mi? ), Ömer’e Defne için “Senden şikayetçi, haklı olduğu noktalar var… Konuşmak istemiyor seninle” demesinin bir anlamı olmadığını da bilirdi. Neyse ki Ömer gerekeni söyledi : “o öyle der, sen takılma.”
“Bazı şeyler herkese göre yanlış olur ya, her yere göre, her zaman. Ama sana doğru gelir. İçin farklı söyler. “ İso - Ayşegül sahnesi, bölümün en dokunaklı, en düşündürücü sahnesiydi. Sevdiği acıyla ağlarken, ona doğru hamle yapmak ama kendini durdurmak zorunda kalmak, elini dahi uzatamamak. “İki insan, aynı anda, aynı yönde, aynı hislerle akıyor. Kolay mı?” Kolay olur mu hiç? Ahh be İso. Yanlış olduğunu düşünsen de, kalp aşk ateşiyle yandığında, eğer izin verirsen yangının büyüyüp,seni sarmasına, sonunda elmastan bir kalbin olur. Yok, “ne var ne yok attım içime kaldım öyle” dersen, kararır, kömüre döner o kalp, kor olur, tükenir gider. İyisi mi, yan gitsin. Bu sefer, hikayenin bilge adamlığına soyunan Ömer oldu : “ Dur bakalım, doğruysa gelir seni bulur, böyle dağları aşar, yine de bulur. Sen engelleri düşünme, çağır. Yani o kadar iste ki, gelsin.” Bölümün en güzel repliği. Ben de İso- Ayşegül aşkı için iki hafta önce demişim ki: “Varsın onlarınki de böyle bir aşk olsun, dağları aşmacalı, ejderhalarla savaşmacalı. Allah kimseye başa çıkabileceğinden fazla dert vermezmiş. İso da herşeyi uğraşarak, düşüp kalkıp yeniden savaşarak elde edeceği bir yazgıya sahip belli ki. Kendi için savaşırken etrafına da şifa oluyor, aşka düştüğü insanları da kurtarıp, kendisiyle birlikte dönüştürüyor. Soyadı boşuna “Kahraman” değil.”
Bu aşkta da büyük kahramanlıklar bekliyor İso’yu. Zira Aysegül’ün evliliğinin arkasında sağlam bir dram yattığını düşünüyorum. İso’yu ve hatta tüm Topal ailesini konuya aşkın ötesinde, insani gerekçelerle dahil olmaya, tekrar Ayşegül’e kol kanat germeye mecbur edecek.
Bölüm hakkında diğer düşünceler :
- “ Çok başka bir kız. Tanıdığım kimseye benzemiyor. Çok gerçek, çok hesapsız, eğlenceli de. Serseri bir tarafı da var. Aslında farkında bile değil kendinin, cazip olan tarafı da bu. Bir yanıyla çocuk gibi, masum, kırılgan. Diğer taraftan tam bir kedi. Hırçın, tekinsiz, başına buyruk. Aslında bir sürü karakter var içinde, hiç beklemediğin anda birden bire peydah oluyorlar. Bazen hırslı bir iş kadını, bazen yaramaz bir çocuk. Bazen alelade bir mahalle kızı, bazen delinin teki. En önemlisi güldürüyor beni. En beklenmedik yerde, en olmadı zamanda.” Ne güzel bir tarif değil mi? Ve ne kadar da geçen sezon, Tranba’nın Defne’yi tarif ederken kullandığı sözlere benziyor. Bu köpekbalıklarına çok cazip geliyor anlaşılan bizim, çiftlik ürünü olmayan, en bi öz hakiki, vahşi somon balığımız. E komik de hakikaten. Ben de bu sezon en çok Aytekin’le Defne’ye gülüyorum :)…
- Serdar ve İso, kadın ve erkekleri anlama kılavuzu mu istediler? E ben gecen iki hafta alıntılar yaptımdı, Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten** ve ayrıca Kadın Beyni, Erkek Beyni *** kitaplarından. Üstlerine kılavuz tanımıyorum, okuyunuz, okutturunuz.
Sevgiyle kalmaya devam edin,
14 Kasım 2016
* https://www.youtube.com/watch?v=KusXd9_RQIU
**Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten - John Gray
*** Kadın Beyni - Louann Brizendine
*** Erkek Beyni - Louann Brizendine
Kiralık Aşk 59. Bölüme Dair Düşünceler...
Olağan güzergahlarında, alışkanlık ve kabullenmişlikle, olaysız, sakince gidip gelen, biri büyük ve kara, diğeri küçük ve kızıl iki tren. Derken günlerden bir gün, kötü niyetli bir işgüzar gelir ve makası değiştiriverir. O zamana kadar farklı raylar üzerinde hiç karşılaşmadan gidip gelen bu iki tren, yavaş yavaş artan bir hızla, birbirlerine doğru ilerlemeye başlarlar. Durumun vehametinin farkına vardıklarında çoktan yolu yarılamış, birbirlerinin manyetik alanına girmişlerdir. Durmak için çok geç, geri dönmekse imkansızdır. İçin için kaçınılmaz sonu bilirler ama yine de birbirlerine doğru ilerlemekten alıkoyamazlar kendilerini. Kavuşmaktan başka bir şey düşünemezler. Sonunda yol biter. Ve maalesef korkulan olur (Korkulan hep olur çünkü). İki sevdalı tren büyük bir gürültü ile çarpışarak alevler içinde kalırlar. Sonrası, göğü baştan başa saran ve karanlığı uzun zaman kaybolmayan koyu bir bulut kümesi. Tarihe kaydı bir “tren kazası” olarak düşülür.
Tam bir yıl geçer herşeyin üzerinden. Hasar büyük. Ne kaybedildi, ne kadarı kurtarıldı, envanteri hala çıkarılmış değil. Defne’nin parçalarını toparlayıp bir araya getirmek her zaman olduğu gibi kader ortağı, can dostu İso’ya düşmüştür. Bir kadınla bir erkek arasında çok az rastlanan türden kutsal bir arkadaşlıktır onlarınki. Sanki iki ayrı bedene ve cinsiyete sahip tek bir ruh gibidirler. Ruhsal ve duygusal haller devreye girdiğinde silkinerek hızla kendi maddeci ve fırsatçı tavrına geri dönen Neriman bile bu durumu görüp, bu şekilde tanımlayabilmiştir (hayret!). Gencecik birer fidan oldukları zamanlardan beri yol arkadaşlığı yaptığı biricik dostunun bu şekilde parçalanıp dağılışından biraz da kendini sorumlu tutar İso. Onu koruyamadığını, bile bile ateşlere yürümesine göz yumduğunu düşünür belki de. Zira o yürüyüş boyunca yanındadır hep, olan bitenin en yakın şahididir. Daima doğruları söyler, bazen üzmek pahasına hatta. “ Sen dümdüz olursan, yolun da dümdüz olur” der. Ama gidilen yol eğri olunca en baştan, sen istediğin kadar düz ol. Nihayetinde düzlüğe varırsın varmasına da, önce esaslı bir savruluş kaçınılmaz ve gereklidir ne yazık ki.
Bu zamana kadar, biri 40. diğeri 59.bölümde olmak üzere iki kez bozuşurlar Defne’yle. İlkinde yine kendini yiyip bitiren, düştüğü gayya kuyularında azap çeken bir Defne vardır. Dayanamaz onu öyle görmeye : “Korku tüneline döndü hayatın… N’oldu sana be Defo? Sen böyle bir kız değildin… Cesurdun, cevvaldin, atarlıydın. Şimdi böyle aynı yerde aynı toprağı eşeleyip duruyorsun. Bi çıkamadın kısır döngüden… Yok Ömer i kaybedicem, yok onsuz nasıl kalıcam. Aklını kaybettin Defo, bak tam olarak delirdin ha. Sen bu değilsin ki…” der. Özüne dönmesini diler.
İkincisinde ise yaralarını yeni yeni sarmış, yeni yeni hayata yüzünü dönmeye başlamış Defne’nin, onca acıdan sonra tutup kendini tekrar uçurumdan aşağı bırakmasını kabullenemez. Sonunda onu yeniden gayya kuyularında bulma fikri yüreğini korkuyla burkar. Ama bizzat ve de ta kendisi değil miydi 6. bölümde “ korkmayacak mıyız şimdi, belki bir bulut bizi tutar diye, kendimizi sırtüstü uçurumdan aşağı mı bırakıcaz?” diyen Defo’ciğine : “ Aynen öyle yapıcaz. Çünkü korku ruhu kemirir Defo. Mutlu olmak istiyorsan, ilk şart cesur olacaksın. Risk alıcaksın” diye cevap veren ? Bu işler, öyle kapı önünde çekirdek çitlerken özlü söz üretmeye benzemiyor işte. Hem söz nedir ki deneyimin, yaşanmışlıkların yanında. Aşk olduğu sürece o uçurumdan atlanmaya devam edilecek. Defne de öyle yaptı, cesur olmayı, risk almayı seçti. Çünkü her şeye rağmen yine ve hala Aşk var.
Ama demiyorum ki İso haksız. Defne gibi Ömer gibi o da şahit oldukları ve yaşadıkları göz önüne alındığında son derece haklı kendi açısından. Elbette soracak dostunun acısının hesabını, elbette kızacak, bağırıp çağıracak. Ama Defne’yi o şekilde ikilemde ve arada bırakmak... Ruhları bir eyvallah, ama kalpleri ayrı sonuçta. Defne’yle acılarını paylaşmış olsa da onu yeniden uçurumdan atlattıran dürtüyü anlayabilmesine imkan yok, o kısım tamamen kalple alakalı çünkü. Ve Ömer’in dediği gibi, mesele Defne’yle ikisinin arasında. Dostun müdahalesi, dahli de bir yere kadar. Tabii her şey daha çok yeni, Ömer döneli bir ay oldu olmadı. Kimsenin bu kadar kısa sürede her şeyi unutup, eskisi gibi davranmasını beklemek mümkün değil. Ama zamanla taşlar yerine oturacak yine ve bence ilk kabul gösterenler kadınlar olacak. Zaten Nihan ve İso’nun Ömer’in dönüşüne tepkileri taban taban zıt farkında olduğunuz üzre. Nihan da oradaydı, o da şahitti Defne’nin acılarına. Peki bu farklılık neden?
Kadın- erkek ilişkileri üzerine yazılmış en şahane kitaplardan biridir “Erkekler Mars’tan, Kadınlar Venüs’ten”. Yazara göre Mars’ta bir sorundan söz etmek fikir danışmak anlamına gelir. Bu nedenle hedef ve çözüm odaklı erkekler, kendilerine dert yanan veya sorunlarından bahseden kadınlara hemen çözüm önerme yoluna giderler. Oysa kadının tek istediği paylaşmak ve onu düşünen birinin desteğini, anlayışını hissetmektir. Erkek bir kez çözüm önerdikten sonra kadın hala huzursuzluğunu sürdürürse, kadını artık dinlemek istemez, çünkü ona göre çözüm önerisi kabul edilmemiştir ve kendini yararsız bulmaktadır. Yalnızca dinleyip paylaşarak da destek olabileceğini düşünemez. Venüs'te, sorunlar hakkında konuşmanin çözüm aramak demek olmadığından ve sorunları bir başkasıyla paylaşmanın yük değil, sevgi ve güven belirtisi olarak görüldüğünden de haberi yoktur.
Her erkek gibi hedef ve çözüm odaklı İso da Defne’nin onu dinlemeyip kendini yeniden aşka bırakmasını anlayamaz. Acı çekiyorsan acının kaynağından uzak duracaksın. Yok durmuyor musun? O zaman ne halin varsa gör! Nihan’ın dediği gibi “Ne güzel kafa ya, tam erkek kafası, düz mantık!” Ama işte hayat öğretir, şimdi kendi düşüyor çetrefilli bir aşka.
Ömer’ in dönüşümüyse devam ediyor. Su gibi Defne’si için alttan almaya, geri adım atmaya razı ! Sinan kulaklarına inanamadı. Gerçi Ömer’in düşündüğü ve istediği gibi gerçekleşmedi ikinci yüzleşme ama olsun. İyiniyetini duyduk ya biz. Bir de öfkesinin dizginlerini daha sıkı tutabilse. Esip gürleyip Defne’sini ürkütmese.
Öyle parçalandım ki ömrümde/ Sevgiyle öfke arasında/ Sevgimi öfke vurdu/ Öfkemi sevgi kaçırdı/ İçim parçalandı arada.
der, Can Yücel Sevgili Gençlik adlı şiirinde. Bir yıl önce Ömer’in öfkesiyle vurulan aşkları yavaş yavaş kendi katilini yok etmeye başlayacak eminim. Çünkü cesaretle Aşka teslim olanın kaderidir iyileşmek. Şimdilik bir tutam öfke hala takılıp duruyor içinde*. Gerçi kimsenin canını yakmadığı ve haklı bir noktadan çıktığı sürece, samimi, sıcak bir öfke, sinsi bir soğukkanlılık, kindarlık ve hesapçılığa yeğdir bana göre (Bkz. Pamir) Anlam veremediğin, çözemediğin, dışarıda bırakıldığın durumlarda ya kırılır içine döner ya da öfkeyle diğerlerine patlarsın. Ama Ömer gibi kimselere güvenemeyip, genç yaşlarından beri gemilerini tek başlarına yürütenler için kırılgan görünmek bir seçenek bile değildir. Ve tüm öfke ve hoyratlıklarına rağmen, derinde kırılgan birer çocuktur hepsi. Murathan Mungan’ın enfes şiiri öyle güzel anlatır ki bu hali :
Kırılgan bir çocuğum ben Yüreğim cam kırığı Bütün duygulardan önce Öğrendim ayrılığı Saldırgan diyorlar bana Oysa kırılganım ben Gözyaşlarım mücevher Saklıyorum herkesten Ürküyorlar gözümdeki ateşten Ürküyorlar dilimdeki zehirden Ürküyorlar o dur durak bilmeyen gözükara cesaretimden Diyorlar: Bir yanı sarp bir uçurum, Bir yanı çılgın dağ doruğu. Oysa böyle yapmasam ben Nasıl korurum içimdeki çocuğu? Bir yanım çılgın nar ağacı Bir yanım buz sarayı.
Sevgiyle kalin,
7 Kasım 2016
* Öfke - Erkin Koray
https://www.youtube.com/watch?v=8DTeQ1_KLPY
Kiralık Aşk, 58. Bölüme Dair Düşünceler...
Aşk, suya düşen kıpkırmızı bir kan damlası gibi. Halka halka genişler, yayılır suyun üzerinde ve çöker derinlere doğru, durduramazsın. Sen de onunla birlikte büyür, çoğalırsın. Kapsadığı her şeyi onunla birlikte kapsar ve içerirsin aynı zamanda. Öyle büyür, öyle çoğalırsın ki, parçalandığını, dağıldığını sanırsın. Hem hiç bir yerdesindir, hem her yerde. Hem aynı gibisindir hem bambaşka. Hem bulutların üzerinde hem de yerin yedi kat dibinde. Defne de korkuyla farkediyor aşkının gün be gün büyümeye, genişlemeye devam ettiğini. Tüm acılara, kırgınlıklara, ayrılıklara rağmen hem deç
Ömer’in yokluğunda her şeyi kontrol altına aldığını, aşkını kalbinin en derininde hapsedip, sesini kıstığını düşünmüştü. Giderek ‘eski’ Ömer’e benzemiş, kendini onun gibi işe güce vermiş, yaşam ışığına elektrik veren kabloyu da prizden çekmişti. Derken Ömer döndü. Karanlıkta ilk dokunuşun elektriği yetti o ışığı tekrar yakmaya. İkisi de hem ışık hem pervaneydiler aşka. Onlar birlikteyken birbirlerine doğru aktıkları için, “diğerleri” görünmez, hissedilmez oluyordu. Defne de Pamir’le ilgili olarak onu uyarmaya çalışan Seda’ya diyor ya : “Ben öyle bir ışık görmedim, bende elektrikler kesikse demek.”
Gece... Karanlık, ıslak bir sokakta, gölgesini kah öne kah arkaya düşürerek hızlı adımlarla yürüyen Ömer İplikçi’nin bilinçaltındayız bir kere daha. Ve karşılaşmalar. Reel hayatta olduklarından farklı değiller pek. Yani kafası sandığımız kadar karışık değil İplikçi’nin. Ama fonda çalan müzik. Dido’s Lament (Dido’nun Ağıtı), Henry Purcell’in Dido and Aeneas operasının en bilinen aryası olup, Romalı şair Vergillius’un Aeneis adlı eserinden alınan acıklı bir öyküyü anlatır. Sevgilisi Aeneas tarafından terkedilen Dido, aşk acısına dayanamayarak kendini öldürür. Bu arya, Dido’nun ölüm şarkısıdır (Bilgi için canım Franco’ma sonsuz teşekkürler:)) :
Ben uzandığımda yerin koynuna / Hatalarım daraltmasın sineni / Hatırla beni, hatırla beni, ama ah! / Unut kaderimi **
Kader/Yazgı, Vergillius’un Aeneis adlı eserinin ana temasını oluşturur. Aeneas, Dido’ya olan büyük aşkına rağmen onu terketmek ve yoluna devam edip, yazgısını yaşamak (Roma’yı kurmak) üzere ikna edilir tanrılar tarafından. Ömer de Aeneas’ la benzer bir kaderi paylaşmış ve sevdiceğini geride bırakıp, Roma’ya doğru yola koyulmuştur. Ama kaderdaşından farklı olarak o yazgısını izlemez, aksine, yazgısından kaçıp uzaklaşmaya çalışır farkında olmadan. “Ne yaptığını, nereye gideceğini bilmiyor gibi” dir. Roma’dayken “dibi görmüş, kararmış, endişeye düşüp, kendini kaybolmuş hissetmiş”tir. Her şey “sanki tamamen bitmiş gibi”dir. Farketmiştir ki “Yenilmek, hayatta bunu sakin karşılayabilmek” önemlidir. O nedenle geri döner, kaçarak yarım bıraktığını tamamlamak, yazgısını layıkıyla sonuna kadar yaşamak için. “Yeniden yükselebilmek, ayakta kalabilmek, kaçmamak, burdayım, ben olmayı bırakmıyorum” diyebilmek için. Ama önce onu hayatta tutan omurganın temelini bulup sağlamlaştırması gerek. Yani Defne, yani Aşk. Ömer de sonunda anladı merkez noktasında Aşk’ın durduğu bir çember üzerinde yaşadığını; “ne kadar evrilse yeniden başlasa da, bazen tek bir noktadan uzaklaşamayacağını”.
Yeni sezonla birlikte işlenmeye başlayan yeni başlangıçlar teması, aklıma yıllar önce okuduğum bir kitabı, Dante’nin Yeni Hayat’ını getirir olmuştu. Kitabı YKY için İtalyanca’dan dilimize çeviren Işıl Saatçioğlu diyor ki : “Neden ‘yeni’dir Yeni Hayat’ta hayat? Yenidir, çünkü yeni bir gerece, AŞK’a soyunur ve o gerecin paralelinde yeni bir dünya görüşünü, yeni bir bakış ve kavrayışı, bilgiye yeni bir varışı dener… İzlek (hikayenin izlediği yol), Ben (Dante) ve Öteki (Beatrice/Aşk) arasında işlerlik kazanır. Kimi zaman Dante- Beatrice arasına gerilen düz bir hat üzerinde, çoğu zaman da Dante- Aşk- Beatrice üçlüsünün kurduğu üçgenin içinde. Bu geometrik dönüşümün dinamiğini elinde tutan Aşk, istenci (iradesi) ile Ben’in isteklerini yönlendirir. Öyle belirleyicidir ki Ben’in edimlerinde bu istenç, ondan her yoksun kaldığında Ben yiter, çözülür… Şaşkın, allak bullak (bir halde) insan bilgisi ile kutsal bilgi arasında salınan köprüde düşe kalka ilerler. Her yanlışta, her zorlu kararda karşısında beliriveren Aşk, Beatrice ile kendisi arasında kopan hattı üçgene dönüştürerek, akıyı kurar yeniden. Her doğrudan ilişkide tökezlenir Ben ve Aşk’ ın öğüdünü dinler.”
“Seninleyken benim ayaklarım yerden kesiliyor, nereye savrulacağımı bilmiyorum. Gerçekten kafam karmakarışık, keşke biri gelse netleştirse kafamı, yerine oturtsa, yönlendirse. Dese ki bu doğru, bu yanlış…”. Kalbin lisanından uzaklaşanın, yanlış yere müracaat edip, aklı aşkın işine karıştıranın korkuları, kaygıları bunlar. Geçen sezon Ömer idi benzer kaygıları yaşayan ve dile getiren. Şimdi yoğurdu üfleyerek yemeye çalışansa Defne. Allahtan Feryal yine tam zamanında devreye girdi, Defne’yi “insan bilgisi ile kutsal bilgi arasında salınan köprüde” duraklamaktan kurtardı da, onun Aşk’a kulak vermeye başlamasına şahit olduk biz de. Zaten Defne’yle Ömer ne zaman Aşk’la oluşturdukları üçgeni bozup, birbirleriyle doğrudan ilişki kurmaya çalışsalar ya konuşamıyor ya da birbirlerini yanlış anlayıp tartışmaya başlıyorlar. Ama bir şekilde ‘ben’ lerini devreden çıkarıp, ortak dilleri olan Aşk’ı aracı yaptıklarında ahenkle hareket eden bir bütüne, ‘biz’ e dönüşüyorlar yine.
"Birisi tarafından delice sevilmek size güç verir, birisini delice sevmek ise cesaret." der Lao Tzu. Defne de sevgisinden güç alan ve o güçle her daim sevdiğine destek olmayı bilen biri. “İkinci Şans” meselesinde de tüm kırgınlık ve tereddütlerine rağmen, hiç düşünmeden Ömer in yanına koştu. Ama “yeteri” kadar sevildiğinden emin olamadığından, Ömer’in yakınlaşma çabalarına karşılık verme cesaretini gösteremedi. “Çok az insan hem cesurca, hem de pişman olmadan yaşıyor sanki. Cesaret bile pişman olma endişesiyle boğuşmak zorunda kalıyor… Aşk bunun en iyi örneği. Cesurca, özgürce, hesapsızca, pişmanlık endişelerine kapılmadan sevemiyoruz genellikle. Bunu yapabilsek bile sanki sadece içimizden geleni yapmamak için kendimize korkular uyduruyoruz. Yalnız kalmak, anlaşılmamak, kandırılmak, sevdiğin kadar sevilmemek. Bütün bu korkular içimizi kemiriyor.”***
Oysa Ömer çok haklıydı : “Yaşamak da basitçe bu değil mi aslında? Tamam, her şeye hakim olamayız ama bir tane ömrümüz var. Sonunda ne olursa olsun yaşayabiliriz.” derken. Cesaretle aşka teslim olarak.
“Ne olur yalnız kalsan, ne olur seni kimse anlamasa, ne olur seni o kadar sevmezse?” Ne olabilirdi gerçekten? Sadece kendi sevebilme gücümü görürdüm. Korkmadığımı anlardım. ‘Ne olur” diye kendimize soramadığımız için aşk ürkütüyor işte. Herkes aşktan, ‘ya acıyla kavrulursam’ diye korkuyor. Oysa aşık olduğunda, bir başkasını sevdiğin kadar seversin kendini de. Ve aşıkken cesur olursun. Aşk kendi derinindekine bağlar insanı. Yapamadığın, yapmaya korktuğun ne varsa yapabildiğini görürsün. Ask, yapamadıklarını yapmaktır.”***
Son bölümde, Ömer “kuralları sen koy o zaman” diyerek ilk kez esnek bir tavır alırken, Defne de daha önce yapmadığı bir şeyi deniyor ve kendi kurallarıyla Ömer’ in karşısında durma cesaretini gösteriyordu.
“Ama yanmaktan korkmadığını anladığın, yanmaya hazır olduğunu kavradığın bir an vardır ki, işte o anda çok korkarsın. Seni uyaracak korkularından kurtulduğunu hissettiğinde, birden kendini bir uçurumun kenarında gibi görür, korkularını kaybettiğin için korkunç hatalar yapacağını sanırsın. En cesurlarımızın bile, nice badireleri atlattıktan sonra korkup kaçtıkları yerdir orası. Ama o çizgiyi de geçtiğinde, gerçek aşka, gerçek özgürlüğe, gerçek hayata, gerçek mutluluğa, gerçek sınırsızlığa, kendi gerçeğine, kendi derinliklerine kavuşursun.”*** Ömer bütün bunları yaşamış ve anlamış görünüyor. Gerek rüya sahnesinde söyledikleri ve gerekse 54. bölümde “Özür dilerim, benim hatamdı. Aramızdaki o şey, aşk, ahenk, ruh birliği. Belki de hepsi. Kaybetmeye değmezdi.” deyişi, bu değişimini açıkça gösteriyor. “De ki yandın, acılar içinde kavruldun böyle yaptığın için. O yaşadığın mucize, değmez mi çektiğin o acıya? Belki de başka değecek hiçbir şey yoktur hayatta.”***
Sevgiyle, her zaman...
30 Ekim 2016
* Sil Baştan - Şebnem Ferah
Sil baştan başlamak gerek bazen Hayatı sıfırlamak Sil baştan sevmek gerek bazen Her şeyi unutmak
https://www.youtube.com/watch?v=EfHd61sfMkk
** When I am laid, am laid in earth, may my wrongs create /No trouble, no trouble in, in thy breast/tRemember me, remember me, but ah/ Forget my fate - Dido’s Lament
*** http://www.gazetevatan.com/sanem-altan-483753-yazar-yazisi-ask--cesaret-pisman-olma-endisesiyle-bogusuyor-/
Kiralık Aşk, 57. Bölüme Dair Düşünceler…
Gönülden gönüle gider yol gizli gizli...
Bu bolum Defne’yle Omer, Seda’yla Sinan ve nihayet Aysegul’le Iso arasinda, o gizli yollarin kurulusuna sahit olduk. Gerci Defne’yle Omer’inki yeni bir yol degil elbette ama asklarinin yeni baslayan “oyunsuz” evresinde biraz “gizli” kalacak gibi.
Sahildeki ani ve beklenmedik opus, Omer’in karsisinda dik durmaya calisan Defne’yi resmen allak bullak etti. Sonrasinda Omer’e olan bakislari, nasil da hem aci ve sitem hem de teslimiyet ve buyulenmislikle doluydu. Iso’nun gelisiyle buyu, poff, bozuluverdi. Omer’in yorungesine girmek uzere olan Defne kendi “cizgisinde” kalmayi basardi ama kafasi da fena karisti. Kalbi ile akli arasindaki savasta nerede saf tutmasi gerektigine karar veremiyor. Kalbi yerini biliyor; o Omer’e asik oldugundan beri hep oldugu yerde, Omer’in kalbinin yaninda. Ama akli… Gonlu aska duseli aklini susturmus, hep kalbinin sesine kulak vermisti. Simdi aklin talimatlariyla hareket etmeye calismak, hic antrenmanli olmadigi, yepyeni bir durum. O kadar caresiz ki, Nihan’dan bile medet umdu.
Omer’se sabirsiz. Cunku hic bu kadar emin olmamisti kendinden ve askindan. Ask karsisinda hic bir seyin hukmunun olmadigini anlamasi bir yil surdu, Defnesiz koca bir yil. Ama anladi. Ustune bir de Defne’nin de hala ona asik oldugunu ogrendi ya duramiyor, artik onsuz bir dakika gecirmek istemiyor. Defne onun ici, ikisi birlikte sahaneler. E daha ne? Defne hele bir gelsin ona, yeniden daha buyuk bir askla baslayacaklar. Onun yasadigi butun acilari iyilestirecek, yaralarini tek tek saracak. Pamir’in varligi rahatsiz edip, tadini kaciriyor ama Defne’nin askindan emin oldugu icin fazla tepkili degil henuz. Sadece Pamir’in Defne’nin etrafinda biraktigi izleri gordukce delirip, hoyratlasiyor, cicege usul usul su vermesi gerektigini unutup, hasirt diye dokmeye basliyor. Bilmiyor ama canina kastediyor minik beyaz papatyacigin.
“Asik oldugumuzun yaninda kendimiz mi oluyoruz, yoksa baska birine mi donusuyoruz? Insan asik olunca kendi olamiyor mu? Hep boyle gerizekali gibi mi davraniyor, aptal aptal hareketler mi yapiyor, sacmaliyor falan… Ben Omer’in Defne’siyken kendim olamiyor muyum?” Bunlar kalbin degil, aklin sorulari be Defo!
Ask elbette sarsar, sirazeni kaydirir, kendinden gecirir, tum kabuklarindan tek tek soyunmani saglayip, ozune dokunmani saglar. Bu yuzden, insanin hayatta basina gelebilecek en buyuk mucize, muhtesem bir simyadir. “Aşk, tadabileceğimiz en büyük özgürlüktür bu dünyada. Bir çok duyguyu yaşatır insana: sevgi, öfke, umut, delilik, kıskançlık, perişanlık, gurur, inat, acı, sevinç, mutluluk, şevkat, güven, korku, hırs… Ya işte halden hale sokar adamı aşk, bir an öyleyken birden bambaşka bir halde bulursun kendini. Bir gün en büyük kahraman ve cesaret timsalisindir hayata meydan okuyan, öbür gün kabuğuna sinmiş bir zavallı bir korkak. Devinir durur sürekli için. Ama sonsuzluğa değebilmek için kimi zaman acıtsa da en kestirme ve garantili yoldur. Acısıyla, tatlısıyla insan olduğunu tam olarak hissetmektir. Tanrıya uzanan bir köprüdür ta içimizden.”**
Onceleri guvenemeyen, kalbini sevdiginin avuclarina birakip “ne yaparsa yapsin” diyemeyen Omer’di. Simdi biliyor ki, sevdiginin avuclarinda layigini, degerini buluyormus o kalp, o zaman anlamli oluyormus atislari. En guvende oldugu yer de orasiymis. “Ben asik oldugumda -ki oyleyim, daha iyi bir insan oluyorum, kendimin bir ust surumu diyelim. Senin yanindayken daha iyi calisiyor kafam mesela, daha sakin oluyorum, daha uretken. Ehlilesiyorum, butun kotu aliskanliklarimdan vazgeciyorum. Her sey daha guzel gozukuyor gozume…”
Simdi guvenemeyen, kalbini koca ayinin pencelerinden kose bucak kacirip korumaya calisansa Defne. 23. bolumde yasanan ayriliktan sonra bir gece sahilde dertlesirlerken : “Insan boyle bir aciyi nasil unutabilir ki, unutabilir mi sence? Bir daha asla eskisi gibi olamayacagim ben, omrumun sonuna kadar yasayamadiklarimin pismanligini tasiyacagim hep “ diyen Defne’ye; “ Hep bir tarafin eksik kalacak, kendini suclayacaksin. Keske aski bu kadar hor kullanmasaydim diyeceksin. Sonucta her gun asik olmuyorsun Defo’cigim, hayati boyunca asla asik olamayan insanlar var. Bana sorarsan askin acisi bile guzel. Simdi bir teknoloji ciksa, silsek Omer’i aklindan zihninden, ne diyorsun, istiyor musun? Silelim mi Omer’i?” diye sormustu ya Iso. Defne ise, “Yok, yok kalsin, silmeyelim ya. Olsun, canim yansin, ama Omer gitmesin, hep kalsin. “ demisti cevaben. Simdi ne degisti? Farkli olan ne? Ikinci kez kirilmaktan, aci cekmekten korkmak mi? Daha cok acimasi mumkun mu? Ah Defo, bosver akli, o askin dilinden ne anlar. Kalbinin sesini dinle. “Aşkı hiç tatmamış olmak ne kötü. İnsan çorak topraklar gibi kalakalır hayatta. Korunaklı ama kuru kuru, tatsız tuzsuz bir yaşamla hayata veda etmek. Ne acı! Güvenlik midir bu acaba? Sözde kendini korumak özgürlük müdür? Yoksa yaşamdan kaçmanın, korkaklığın ta kendisi midir? Evet, sanılanın tam aksine aşk; içimizdeki tüm sınırları yok eden, tadabileceğimiz en büyük özgürlüktür.”** Hem belki de Iso’nun dedigi gibi, gercek Defo o’dur, Omer’in yanindaki Defo. Onun yaninda kendini buluyor, kendi oluyordur. Tipki G.G. Márquez’in sozleri gibi : “Seni sen olduğun için değil, senin yanında olduğum zaman, ben olduğum için seviyorum.”
Defne’nin, Omer’in yemek yemiyor kahve icmiyor olusuna neden bu kadar takildigini anlamak da cok zor degil aslinda. Kalben veremedigini yedirerek vermek istiyor, ruhunu besleyemeyince bedenini beslemek istiyor. Ruh ve bedenin ayrilmazligi cok isleniyor dizimizde. Ikisinin birlikte sevgiyle beslenmeleri, doyurulmalari gerektigi. Omer’e yemek yapip beslemek isteyen Defne’ye kafasi baska bir seye calismayan, asiri derecede domestik, anac, alaturka biri muamelesi reva goruluyor. Ama mutfak evin kalbidir. En azindan Defne’lerin evinde oyle. Birinci bolumden beri hemen her bolumde gosterilen, hatta bazen hazirlanis asamalari bayagi detaylica verilen mutfak ve yemek konusu gorunen anlaminin otesinde epey metaforik anlamlar da iceriyor (misal bu bolumde pisirilen, birlik beraberligi, farkli tat ve kulturlerin kaynasmasini, paylasmayi sembolize eden asure gibi). Omer’in en sevdigi yemegin Defne’nin en guzel yaptigi yemek olmasi tesaduf degil elbette. Margarin reklami gibi olacak ama, Defne’nin icine sevgisini katarak yaptigi dolmalar, Omer’e olan askinin ta gecen sezondan beri en belirgin sembollerinden biri kesinlikle. Gecen bolum Omer’in Defne’nin elinden cikan dolmalari gotururkenki kendinden gecmis hali bu durumu en guzel ifade eden sahnelerden biriydi. Defne’nin Omer’in annesinin olum yildonumunde pazi dolmasi yapmak istemesi de, o yemegin ikisi icin karin doyurma amacinin otesinde cok ozel bir anlami oldugunu anlatmaya yetiyor.
Bolum hakkinda diger notlar:
- Bu bolum, gerilim dozu yuksek fakat aksiyon duzeyi dusuk bir havada gelisti biraz. “Tamburasi baska sarki calan” Omer unutmus gorunse de, biz uzerine “Ikinci Sans”in ilk ciziminin yapildigi masayi unutmadik. Yani icimiz rahat. Zaten fragmandan da sorunun cozulup, islerin tatliya baglandigi, hatta Vanni’yle kankalik seviyesinde bir iliski kuruldugu anlasiliyor, ortak partiler falan.
- “Hayatim bunlar boyledir, bir ayrilirlar, bir barisirlar, ama var ya, bi olay oldu mu, bunlar boyle birbirlerine kenetlenirler. Hic sasmaz.” Oyle gercekten. Kanepede ev kedisi gibi, cepte mendil, masada su bardagi gibi, sirf varligiyla sevdigine destek olan Defne candir, can!
- Sadece Defne degildi 149653. kez kapanma tehlikesi gecirmekte olan ‘Passionis’i Kurtarma Ekibi’nde yer alan eski Passionis calisani. Necmi de bu vesileyle sevgisini, destegini ve iyiniyetini gosterme firsatini buldu Omer’e.
- ‘'Her insanda eş-zamanlı iki eğilim vardır; biri Tanrı'ya doğru ötekisi şeytana..”*** Birbirinin karbon kopyasi olan Omer’le Pamir, “bir insandaki iki egilim” gibiler. Omer’in yüzü iyiye, Tanri’ya donukken, Pamir’inki diger tarafa. Makyavel’in Prens’iyle de o tarafa dogru bir selam cakildi zaten.
- “Ne ayip Seda, annesin sen! ”. Her seyi dort dortluk yapmaya, mukemmel is kadini, mukemmel anne, es, evlat olmaya calisirken katilasip bir kontrol manyagina donusen, cok fonksiyonlu bir robot gibi hareket ederken kendini unutan, mutlulugu, eglenceyi ve neticede hayati iskalayan, ustune kimseye de yaranamayan “kendinden ayiplamali” Seda, biriyle bir kahve icme isteginden bile sucluluk duyup kotu hissetmeyi basarabildi. Sinan’in tatli sakinligi ve eglenceli dostlugu cok iyi gelecek ona.
-Aytekin’i seviyorum.
- Iso ve Defne… Kaderleri ortak sanki bu “kutsal” arkadaslarin. Yillar once, Iso’nun futbolculuk hayalleri tuzla buz olurken, Defne de tasarimcilik okumaktan vazgecmek zorunda kalmisti. Defne Omer’le tanisip aska duserken, Iso da tum cesaretini toplayip, yillardir sevdigi Nihan’a acilma karari almisti. Bugune kadar ikisinin de askta yuzleri gulmedi. Cekmedikleri dertle cile kalmadi. Meslek konusunda yollarini bulmus gibiler, bu gidisle askta da ayni zamanda mutluluga erecekler. Yani Defne Omer’le kavusana dek Iso’ya gun yuzu yok.
“Yerin uzerindeyiz iste yetmiyo mu?” dedi Defne’ye, “ Biz senin gibi adrenalin bagimlisi degiliz kizim, macera pesinde kosmuyoruz.” Ah bir bilseydin Isocan, bir bilseydin. Hikayenin en “iyi” adamina, acilarin da en buyugu dusuyor hep, ancak Turgut Uyar dizeriyle anlatilabilen cinsinden hem de. Cunku ''İnsan ne denli derin düşünebiliyorsa, sevgisi o denli derindir. Ve acısı da o denli büyük.’' ****
Ama ben, o birlikte asure hazirlama sahnesinden cok umutluyum. Yuzunde gulumsemelerle, elinde narlarla gelen Iso (Şu gelen yar olaydı, elinde nar olaydı) mutlu olmayi oyle oyle hak ediyor ki. Ve nar o kadar guzel sembolik anlamlari olan bir meyve ki (berekettir, birin bin olması halidir, binin gücüyle yapılabilinecek işlerin, birin gücüyle yapılabilmesidir), Cevdet ise aksine o kadar asalak, itici ve tekinsiz; benim kanaatim, Aysegul’le Iso arasinda, gonulden gonule kurulan gizli ve zorlu yolun, onlari cok buyuk ve mutlu bir aska tasiyacagi yonundedir.
Sevgiyle kalin,
23.10.2016
*Gonul Dagi, Neset Ertas
**http://www.derki.com/iliskiler/ask-en-buyuk-ozgurluktur/
***Baudelaire (Yaşamöyküleri), Jean P. Sartre
****Tezer Özlü, Yaşamın Ucuna Yolculuk
https://www.youtube.com/watch?v=OsLwLOft_5c
Kiralık Aşk, 56. bölüme Dair Düşünceler...
Bir koyu, derin mavilikte gecti sanki bu bolum. Ozellikle Omer'den yayilan cok belirgin bir mavilik var (Zeus). Kullanilan renkler de tabii bu hissimi yogunlastiriyor. Yazarken bile hep derinlik, koyuluk, yogunluk kelimeleri geliyor dilimin ucuna. Omer'in calisma odasinin isigi, renkleri, birlikte tamamladiklari tablonun renkleri ve o muhtesem son sahne... Arka plandaki isiltili Istanbul gecesi lapis lazuliden yapilmis gibiydi. Koyu bir mavinin uzerinde altin renkli bir isik Defne. Bu sezon burundugu renksiz kiyafetlerin icinde saclari isildiyor bir tek yanardag lavlari gibi, resme birlikte ekledikleri kizil golgeler gibi.
Ben cok seviyorum bu Defne’yle Omer’i, neredeyse kendi cocuklarim gibi seviyorum. Ellerinden tutup tum korku ve uzuntulerden cok uzaklara kacirmak, goturup bir bulutun uzerine birakmak istiyorum. Zaman zaman kizsam uzulsem de hallerine, bir sekilde ikisini de hep anliyor ve ayri ayri hak veriyorum. Onlari bu denli gercek insanlar gibi algilamamda oyuncularin yetenek ve uyumlarinin payi cok buyuk suphesiz. Ancak asil marifet Meric Acemi’nin kaleminde. Birbirine bu kadar zit iki insani bu denli derinlemesine, gercek ve canli resmedebilmekte. 56 haftadir mucize ve surprizlerle, hayalkirikliklari ve yarim kalmisliklarla ama mutlaka buyuk bir heyecan ve mutlulukla izledigim bu inisli cikisli hikayede, beni diziye bu kadar kuvvetle ve derinden baglayan en onemli faktor Defne ve Omer karakterlerine olan sevgim ve inancim.
Bunlari soyleyip, bizim cocuklarin cok elestirilen bir turlu “iletisememeleri” konusuna gelmek istiyorum aslinda.
Italya’dan dondugunde, geride biraktiklarinin degismis, kalpteki yerinin baskasi tarafindan doldurulmus olabilecegi korkusuyla Defne’yi aramak sormak istememisti Omer ya da icten ice o gozlere bakma cesaretini bulamayacagini dusunmustu belki de. Ama “aramadigini” en ummadigi yerde cikardi kader karsisina yine. Yerde aramadigi gokten kucagina dustu.
Omer Defne’yle konusmak isterdi, niye istemesin? Konusmak istegini dile getirdi de zaten. Ama bir seyi izah edebilmek icin onlari dinlemeye hazir ve istekli kulak ve kalp gerek. Daha kendi yaralarini saramamis ve o ani karsilasmanin saskinligini atamamis Defne’nin en son istedigi sey Omer’in pismanliklarini ve uzuntusunu duymakti bence. Ne hak vermek istedi ona ne ikna edilmek, ne de kizmak, terslemek. Sadece kacmak istiyordu, uzaklasmak ve unutmak. Etrafina ordugu gorunmez duvarlarin arkasinda saklanmaya, devam etmek.
Omer anlamisti sozlerinin o gorunmez duvarlarda sekerek kendisine geri donecegini.
Sözlerin bumerang gibi / Döner yaralarsa seni / Ağzın dilin gereksizdir / Susarsın **
O guzel gozler tanistiklarindan beri ilk kez, sevgi, hayranlik ve baglilikla bakmamisti gozlerine. Daha once de aci gormustu iclerinde ama boylesi bir sogukluk ve uzaklikla ilk kez karsilasiyordu. Korktu. Ilk aklina gelen de Defne’nin baska birini seviyor olma ihtimaliydi. Aci ve korkularini saklamak icin kullandigi kustah ve kibirli Omer maskesini takindi hemen. Ve hep yaptigi gibi ustune gitmeye basladi, damarina basmaya, firtinalar estirmeye. O icerde gizli, bir tek kendisinin varligindan haberdar oldugu kizil atesi tekrar yakmak icin. Ayrildiklarinda canlarindan can koptu. Kan revan icinde kaldilar. Omer’in kirli kani disa akip giderken, Defne icine icine kanadi. Omer kurcaliyor simdi o yarayi, iceride birikenler disari aksin diye. Cunku pekala biliyor ki kacan ve korkmus Defneleri oyuna sokmanin en kolay ve garantili yolu, o Defnelerin uzerine uzerine gidip, kizil damarlarina itina ve ozenle basmaktir. Cok acitacak olsa da, sonunda Defnelerin icindeki birikmis ofkeyi, aciyi bosaltmanin en iyi yolu budur.
Ben kendi adima bu iki arizanin birbirlerine esip gurlerken yarattiklari firtinalari cok seviyorum. Normal iki insan gibi konusup anlasmalarini ben de isterdim ama itiraf edeyim, surekli birbirlerini yanlis anlayip, icten ice kurup, kopurup, sonra ani patlamalarla gozlerinden alevler ve ask fiskirarak karsi karsiya kaldiklari sahneleri izlemeye doyamiyorum. Kirilan bardaklari, beklenmedik anlarda gelen kiskirtici hediye ve hareketlerle yukselen tansiyonlari, sasirtan meydan okumalari, sonra kuyrugu bacaklarinin arasina kistirip kacmalari, birbirlerine sarilarak okunan kitaplari, yapilan cizimleri… Simdi yazarken bile tum canliligiyla gozumun onunden geciyor o sahneler ve gulumsememi durduramiyorum.
Yani demem o ki Omer Iplikci de, Defne Topal da hep boyleydiler. Onlarin kendilerine, o deli asklarina ozgu farkli bir iletisim bicimleri var. Omer’in bu halleri daha once gozumuze batmiyordu cunku Defne butun o sivri “gıccık!” hal ve sozlerin hepsini once gogsunde yumusatip, bize oyle yolluyordu. Ama simdi her sey degisti. Defne artik ondan gelen paslari almiyor ki. Omer de karsilik bulmayip surekli taca cikan vuruslari nedeniyle biraz saskin ve gergin. Nedenini biliyor tabii, hak da veriyor, ama aliskin degil bu yeni Defne’ ye. O nedenle ister istemez sari kartlik hareketler yapiyor. Su ana kadar adini anmaktan itinayla kacindigim Pamir de Omer’in her hamlesinde kendini yere atip, hakeme bakan rakip takim oyuncusu gibi masallah, hic bir firsati kacirmiyor. Sabir Omer, sabir! Mac nasil olsa senin, sonucu dusunmeyi birak ve surece odaklan. Cunku Defne’nin kafasi karismaya basladi bile hangi takimda oynadigi konusunda, haberin olsun.
Bolumle ilgili diger bazi notlar:
- Omer ve Pamir arasindaki satranc maci basladi sonunda. “Albertine Kayip”la ilk hamlelerini yaptilar. Pamir’in, partiden kacan Defne’yi ustalikla yakalayip lunaparka goturmesi ikinci hamleydi. Ucuncu hamle ise, Omer’i arayip karakola cagirmasi oldu. Bu uc hamleden de karli cikan Pamir’mis gibi gorunuyor. Ama, sahildeki son sahneyi dusununce, oyle mi gercekten?
Bilim adamlarinin sesine kulak verelim:
“Ayrılık sırasında yeniden birleşmek için duyulan arzu beyinde çok güçlü tepkimeler yaratabilir. Sarılmak, öpüşmek ve sevişmek gibi eylemler beyindeki güven ve aşkla ilgili kimyasal bağlantıları yeniden güçlendirir. Oksitosin-dopamin salınımı önce gerginliği ve şüpheciliği ortadan kaldırır, ardından beyindeki aşk devrelerini güçlendirir… Sarılmakla ilgili bir deneyden, sevgiliyle yaşanan yirmi saniyelik bir sarılmanın ardından beynin doğal olarak oksitosin salgıladığını biliyoruz. Oksitosin sarılanlar arasındaki bağı güçlendirip beyindeki güven devrelerini tetikliyor. Yani güvenilir bulmadığınız bir adamın size sarılmasına izin vermeyin. “***
- Omer’in evi, bir Escher resimleri galerisi gibi. Yatak odasindaki resimlerden Su Birikintisi, yine sahane anlamlar gizleyen bir tablo. Bir kitapta, resim hakkinda sunlari okudum: “…Cevremizdeki doganin, bir su birikintisindeki yansimalari… Cogunlukla, bu resme ilk bakista bunlar akla gelir. Ama ikinci bakista, daha once gormedigimiz baska bir seyi farkederiz. Bir paradoksa bakmakta oldugumuzu. Resme ilk bakista olusan dusunce, camurlu bir yolda tekerlek ve ayak izlerinin olusturdugu bir su birikintisine bakmakta oldugumuzdur. Derken, suda yansiyan dolunayi goruruz. Ve birden farkederiz ki, altimizdaki/yerdeki bir dunyaya degil, ustumuzdeki/yukardaki dunyaya bakmaktayizdir : uzay ve sonsuzluk bir su birikintisinde.”
Yani hic bir sey gorundugu gibi degildir.
Degistiklerini soyledikleri halde hala eski Defne ve Omer’e baktigimizi saniyoruz cogumuz. Ama biraz zaman verelim, farkli manzaralar gormemiz yakindir. Evet, degisti Omer. Degisip yeniden dogman, her hal ve hareketinle bambaska biri olman demek degil ki. Yine ayni sekilde durur ve yurursun, ayni sekilde bakar ve guler, ayni sekilde ifade edersin kendini. Ama olaylara baktigin yer degismistir. Etrafina cizdigin cemberlerden, icine dustugun kuyulardan cikmis, ferah feza bir dag zirvesinden bakmaktasindir yasamina. Yani eskiden bir cinar agaci idiysen ya da minik bir papatya, yine ayni agac, yine ayni ciceksindir. Sadece artik, yagmurdan, ruzgardan, gunesten korkmadan yasamaya baslarsin. Yetinerek, kabullenerek ve cesaretle.
Sevgiyle kalin,
17 Ekim 2016
https://www.youtube.com/watch?v=Ouif0MONQDc
* Bulent Ortacgil, Askin En Mavi Zamani
** Gulten Akin Kisa/siir-7
*** Kadın Beyni- Louann Brizendine
Kiralık Aşk, 55. Bölüme Dair Düşünceler...
“ Yeniden dogalim. Eskiyi sirtimizdan atalim, sadece piriltisi kalsin. Hem biz olalim, hem yeni. Daha tutkulu, daha atesli. Icimizdeki hayvani serbest birakalim, kendimizi yeniden kesfedelim.” Koray’in, Stil Vagonu’nun yeni kampanyasini tanitirken kullandigi sozler bunlar.
Gecen hafta “Pamir” yazimda soyle demistim hatirlarsaniz:
“Bu bilgileri (tuy sembolizmi), Omer’in ofisindeki diger resimde yer alan Istiridye kabuklari ve evindeki Escher tablolarinin (Donusum, Gece ve Gunduz, Kabuk) yorumlari ile birlikte degerlendirdigimizde, yeni hikayenin, degisim/donusum, yeniden dogus ve yeni baslangiclar temalari uzerine kuruldugunu soylememiz hic de yanlis olmaz. ilk sezonda insa edilmeye calisilan her sey yandi, bitti, kul oldu. Yepyeni bir Defne ve Omer var karsimizda. Senol Sonmez’in “Anka”yla ilgili mesajinin da, bu kullerinden “yeniden dogma” konusunun altini kalinca cizdigi kanisindayim.”
Yani dogru yoldayiz:) Haydi devam o zaman…
Bir yil nedir? Sorsam, sevdiginden ayri kalmak icin uzun, ama degisim icin kisa bir zaman dersiniz belki. Ama kim bilir, gercekten, kim bilebilir? Tek soyleyebilecegimiz, onlar icin dogrusunun bu oldugu. Bir yil imis kendilerini bulmak, yeniden dogmak icin gerekli olan zaman. Her aydan, her mevsimden birer tane yasamalari gerekiyormus, birbirlerinden uzakta.
“ Aşk, kendin üzerinden diğerini, diğeri üzerinden kendini anlama ve kabul etme sanatıdır. Kendi gizemine ulaştığın ve yüreğindeki kilitli kapıları açabildiğin bir geçit olarak ‘diğer’ini deneyimlersin. Amacından şaşmadan, kendine dönüşü ve tamamlanışı unutmadan aldığın yolda diğerine saplanıp kalmaz, obsesif ve agresif düşüncelerle uğraşmak zorunda kalmazsın.*”
Kendine, oze donus ve tamamlanis, tipki Dunyanin Gunesin etrafinda tam bir tur atisi gibi.
Defne ve Omer birer secim yaptilar. Defne, dugun gecesi Omer’e karsi durust olup oyunu anlatmayi, Omer ise gururu ve gitmeyi secti. Ikisi de secimlerinin sonuclarini tam olmasi gerektigi sekilde yasadilar.
“Seçim anındaki bilinç düzeyiniz ne ise, o an elinizden gelenin en iyisini seçiyorsunuz. Peki egomuzun mu, yoksa özümüzün mü bizi yönlendirdiğini nereden bilebiliriz ? Verdiğimiz kararın sonucunda eylem varsa ve bu bir değişim getiriyorsa, karar özden geliyordur. Yok, kararın sonunda eylemsizlik veya erteleme varsa, üstelik değişim yerine aynı düzen korunmaya çalışıliyorsa, yan yollara, çıkmaz sokaklara sapıliyorsa bilin ki karar sürecinizi egonuz yönetiyordur.”**
Bu durumda, Omer de, Defne de ozlerinden gelen kararlarla, dogru secimler yaptilar, daha onceki ayriliklarinda oldugu gibi yan, cikmaz yollara sapmadan, kacinilmazi ertelemeden. Bunun sonucunda, muhtesem bir degisim gerceklesti ikisi icin de.
Ve sonra kader bir kez daha yollarini birlestirdi. Bu son bolumde hem Sinan’in, hem de Sadri Usta’nin soyledikleri gibi, onlar birbirlerine yazilmislardi cunku, daha hesaplari kesilmemisti.
” Her aşk, cesaretle ve güvenle ruhunuza doğru çıktığınız yeni bir yolculuktur. Sonsuz sevinçlerle, sonsuz acıları bir arada yaşayıp bilgeleşebilmek içindir bu aşk yolculuğu. Dünyanın yeniden keşfidir. İnsanın kendisini ve çevresini yeniden yaratmasıdır. Doğru bildiğiniz yanlışlardan kurtulmak, üzerinizdeki gereksiz yükleri bırakmak için size verilmiş bir şanstır. Aşk, insanı yeni bir insan yapar.”***
Defne’yle Omer de bu ask sayesinde gereksiz yuklerinden kurtulma, hayata daha daha yuksek ve guzel bir yerden bakip kendilerini bulmus olarak katilma sansini yakaladilar. Burada Omer’in mutfak masasinda gordugum cevizler uzerine aklima gelen bir seyi paylasmak isterim. Ceviz ozellikle tasavvufta cok kullanilan sembollerden biridir. “Sûfî anlatımında, ceviz yalnızca hakikati değil, aynı zamanda hakikate giden yolu da anlatmada en güzel simge olarak seçilmiştir. Ceviz tümüyle nefse benzetilmiş ve dıştan içe doğru nefsin perdelerinin kaldırılmasıyla hakikate, eş deyişle öze nasıl ulaşılacağının bir göstergesi olarak kullanılmıştır.”
Defne neden Omer’e asik oldu? Sinan, hatta Iso dururken? Neden gidip onu en incitebilecek, en ariza adami secti? Gerci bunun cevabini 30. bolumde Nihan’la Iso vermislerdi “sana ariza biri, seni zorlayacak biri lazim” diyerek Defne’ye. Cunku onu buyutecek, korkulariyla yuzlestirip, olgunlastiracak olan O’ydu.
“Kierkegaard, ‘Mükemmel aşk, insanın kendisini mutsuz edecek kişiyi sevmesidir’ derken bunu kasteder. Çünkü, ancak gerektiğinde sizi mutsuz etmekten korkmayacak kadar sizi seven biri eşlik edebilir kendinizi keşfetmenize. Size aynalık edebilecek kişi geliştirebilir sizi. Derinlerde sakladığınız kırılgan, korunmasız benliğinizin sizin en önemli parçanız, varoluşunuz olduğunu kalbinde hisseden ve bunu cesaret ve içtenlikle size haykıran kişidir sevgili.”***
Simdi dusununce, o bir yil sadece Omer icin degil, Defne icin de gerekliydi. Babasinin gidisini hayal meyal hatirlayan, annesinin onu ve kardeslerini terkedisiyle ise erkenden buyumek ve agir sorumluluklar yuklenmek zorunda kalan Defne, Omer’in gidisiyle cocuklugundan beri yasadigi tum terk edilisler icin agladi agladi agladi, icinde biriken tum zehri doktu belki de. Acisini, gayya kuyularinin en dibinde yanarak, yureklice yasadi. Artik, anne-babasinin ardindan aglayan, degersizlik duygulari icinde kivranan korkak kucuk bir kiz cocugu degildi. Akilli, guclu, yetenekli ve son derece sevilesi genc bir kadin oldugunu, baskalarinda aradigi sevgi ve guveni kendi icinde bulmasi, her terkediliste yikilmamak icin, kendi icine, ozune tutunmasi gerektigini gormesi gerekiyordu. Ozsevgi ve degerlilik duygusundan yoksun insan varolus sebebini baskalarina baglar, onlar sevip deger verdigi olcude kendini sever ve degerli bulur. Ve kacinilmaz olarak da o kisi gittigi zaman yerle bir olur. Yani bunun bir sonu yok ki. Bunlar hic suphesiz aci ve uzuntu veren deneyimler, ama kendimizi kaybedip geri bulamamak pahasina degil.
“Kendiyle yalnız kalmaya cesaret eden bir insan, her yerde ve her durumda yalnız olmaya cesaret edebilir. Yanılgı, yenilgi, kayboluş uçurumlarından geçmiştir ve bunların hiçbirinin son olmadığını bilir. Ve hatta en güvendiklerinin seni çaresiz ve desteksiz bırakabildiklerini, daha da ileri gidip en zor anında sana sırt çevirebildiklerini görmeye katlanabilir.”****
Defne de, kendi kullerinden dogan Anka gibi kendinin farkina vararak, isil isil, yepyeni geliyor.
Peki Omer neden Defne’ye asik oldu? Neden guvenmedigi, sinirlarini ihlal ettigini dusundugu Defne’ye hep geri dondu, ustelik her seferinde daha cok teslim olarak? Cunku O’ydu Omer’in gecmis korkulariyla yuzlesip, hayatinin saplandigi cikmazi gorup, ozune donmesini saglayacak olan. Defne’nin ona yalan soylemesi, oyun oynamasi falan degildi sorun. Dugun gecesi gelen itiraftan sonra Defne’yi affetse ne olacakti? Omer hayati o sekilde algiladigi, kirilgan olmaktan, incinmekten korktugu icin insanlarla arasina duvarlar ordugu surece ayni seyler baska sebeplerden tekrarlanip duracakti. 23. bolumde Defne ne demisti ona: “Ben hayatim boyunca hep boyle sinava mi tabi olacagim Omer?” Yani onemli olan temelde bu tur korkularla yasamamak, hayati surekli kendini kollayarak yasamaya calismamak.
“Mevlana Şems’e aşık olmadı, Şems aracılığı ile yüreğindeki aşkın yücelmesine ve ifade bulmasına izin verdi. Şems Mevlana’ya meydan okuyan ve nefsini parçalayan deneyim alanları yarattı. Eğer arzuladığın bu ise, egonu aradan çekerek Öz’ün ile kavuşmak, Bir olmak ise bırak Şems sana gelsin. Bilmiyorsun ki seni yücelten bu aşkı sana yaşatacak olan Şems kimdir ve hangi çetin sınavlarla sana gelmiştir? Teslim olmadan bunu bilemezsin.” ****
Omer artik teslim olmaya hazir ve gonullu.
“ Dünyanın en güzel teslimiyetlerinden biri, boş gururunu yenip vicdanına, kırgınlık ve kızgınlıklarını yenip inancına sarılma anındır. Ruhunun sana fısıldadığı gerçeğin önünde diz çökme anındır. Buruk ama tatlı bir teslimiyettir. Küçüklüğünü idrak ederken büyürsün. Kocaman olursun birden… Sen diz çökerken, gerçek benliğin ayağa kalkar! Bu zor bir seçimdir. Ve seçim anı yapayalnız bir andır. Sen ve sen! İnsan böyle anlarda – ne koltukların, ne şehirlerin, ne insanların – sadece kalbinin imparatoru olabildiğini anlar. Bu yüzden gerçek imparatorların hepsi yalnızdır!” ****
Kalbinin imparatoru/ krali olunca, onun yanina ilistirecegin inciyi ozgurce ve korkusuzca secebilirsin artik, Omer gibi.
Omer de, Defne de, bu sahane askla yandilar kavruldular. Daha tam sonmus degiller, kor halinde parcalar var hala. Ozlerine ve ardindan nihai bulusmalarina giden yolda son bir duzluk kaldi gececek. O duzlugu de, Juno’nun Jupiter’e (ya da Hera’nin Zeus’a) kavusmasini saglayan Neriman sayesinde (zira ne dersek diyelim bu askin mimari Neriman’dir) gececekler diye dusunuyorum. Zira oyuna karisanlar icinde Omer’in affetmeye niyetli gorunmedigi bir tek o kaldi. Onun da gunahinin kefareti, baslarina yeni sardigi Pamir belasini defedip basladigi isi bu kez iyiniyet ve sevgiyle bitirmesi olacak gibi geliyor bana.
Sevgiyle kalin,
9 Ekim 2016
*http://www.derki.com/iliskiler/essiz-ruhunun-esini-arayanlar/
**http://kahramaninruhsalyolculugu.blogspot.ca/2011/12/hayatnz-egonuz-mu-yoksa-ozunuz-mu.html
***http://kahramaninruhsalyolculugu.blogspot.ca/2012/02/kahramann-aska-yolculugu.html
****http://www.derki.com/ruhsallik/imparatorlar-yalnizdir/
https://www.youtube.com/watch?v=eNqDoUzgQ9A
Evet, ne diyorduk? Pamir…
Hikayenin bir de mitoloji ayagi var elbette. Gecen sezon, Sadri Ustanin “Apollon ve Defne” hikayesinden sonra bazi mitolojik sembolleri cozumlerken, Omer’i Apollon olarak gorduk kabul ettik cogumuz. Dolayisiyla ikinci sezon baslamadan once uzamis sakallariyla arz-i endam eyleyen Baris Arduc’un, Omer’in prens iken krala donusecegi seklindeki beyani -dogal olarak- Apollon’un Zeus’a donusecegi dusuncesini yaratti kafamda.
Derken, 53. bolum yayinlandi ve turlu cesit sembol onumuze dokuluverdi. Ilk, Omer’in evindeki ve is yerindeki resimler ile diger objeler dikkatimizi cekti tabii. Fark etmissinizdir, ofisinde asili resimlerden birinde kus tuyleri vardi. Tuy sembolizmi hakkinda okudugumuzda su tur bilgilerle karsilasiyoruz : Kus tuyleri yukselis ve spirituel buyumeyi sembolize eder. Amerikan kizilderilileri, tuylerin hava elementinin gucuyle birlikte, simsek/yildirim tanrilarini (thunder gods) temsil ettigini dusunmuslerdir. Tuyler ayrica, ask, koruma, yeni baslangiclar ve yeniden dogusu da temsil eder.
Bu bilgileri, Omer’in ofisindeki diger resimde yer alan Istiridye kabuklari ve evindeki Escher tablolarinin (Donusum, Gece ve Gunduz, Kabuk) yorumlari ile birlikte degerlendirdigimizde, yeni hikayenin degisim/donusum, yeniden dogus ve yeni baslangiclar temalari uzerine kuruldugunu soylememiz hic de yanlis olmaz. Ilk sezonda insa edilmeye calisilan her sey yandi, bitti, kul oldu. Yepyeni bir Defne ve Omer var karsimizda. Dizinin yonetmeni Senol Sonmez’in “Anka”yla ilgili mesajinin da, bu kullerinden “yeniden dogma” konusunun altini kalinca cizdigi kanisindayim.
Yukarida tuy sembolizmi ile ilgili yazdiklarim, yeniden dogus konusunun yaninda baska onemli bir bilgi daha iceriyor. Tuyler hava elementinin gucuyle birlikte, simsek/yildirim tanrilarini (thunder gods) temsil ederler. Simsek/yildirim (bazi ingilizce kaynaklarda thunder(simsek), bazilarinda lightining bolt (yildirim) olarak gectiginden ikisini de belirttim) Zeus’un en bilinen sembollerinden biridir.
Sonra, Koray’in Mavis ismini taktigi, Omer’in eski evinin bas kosesinde duran ve yeni evinde de merkezi bir konumda yer alan ışıklı mavi adam portresi gozumuze sokulunca, tekrar ufak bir arastirma yaptim. Oncelikle belirteyim ki, bana gore Mavis hikayenin alt katmanlarindaki Omer’i temsil eden bir figur. Yani, bir nevi Omer’in alter ego’su (1. yuzyilda Roma’da bu terimi icat eden Cicero, alter egoyu, ikinci benlik, guvenilir bir dost, olarak tanimlar). Omer degisip, yeni bir adama donusse de ozunden, merkezinden uzaklasmiyor, onu “evim” dedigi her yerde bas koseye koyuyor. Neyse, yildirim sembolu ile ilgili bakinirken yildirimin rengi hakkindaki “elektrik mavisi” tanimlamasi dikkatimi cekmisti. Elektrik mavisini arastirdigimda ise sozkonusu rengin Mavis’in rengiyle birebir ayni oldugunu gordum. Google’ a “havayi, gokyuzunu ve simsegi temsil eden ve rengi mavi olan” diye bir soru sordugunuzda, tahmin edin karsiniza kim cikiyor? ZEUS!
Zeus, ayni zamanda capkinliklariyla da unlu bir tanri. Omer’in Roma’daki “pek de gurur duymadigi” hayati sirasinda olan bitenler (ve ogrendik ki gecmiste de Pamir’le epey bir macera yasamislar), uzayan sakallari, Sinan’la ucaktan indikleri sahnenin ozellikle gosterilmesi (goklerden gelen) ve tabii tuy semboluyle ulastigimiz yildirim baglantisi, Omer’in Zeus’a evrilmekte oldugu yonundeki inancimi iyice pekistirmis oldu. Diyeceksiniz ki, e hani Pamir nerede? Simdi oraya geliyorum. Ama gelmeden sunu onemle belirtmem lazim ki, Pamir’i Omer’den ayri degerlendirmek pek mumkun degil. Cunku, hikaye boyunca insan ve golgesi gibi, hem ayri hem birlikte hareket edeceklerini dusunuyorum ve ne de olsa Pamir, bana gore, Omer’in korkularinin bir urunu.
Derken, gecen hafta yayinlanan bolumde, Pamir’in evinde gordugumuz bir heykel (biblo) cok bilinen baska bir Zeus sembolunu şak diye onumuze koymaz mi? KARTAL! Aetos Dios, yani Zeus’un kartali. Peki neden Pamir'in evinde bu sembol?
Onun cevabi da, Ovid’in Donusumler adli eserinde anlattigi Attika Krali Periphas’in hikayesinde sakli :
"Aetos Dios ya da Aetos Dias. En anlaşılır haliyle Zeus’un Kartalı. Sadece Yunan Mitolojisi’nde değil Yunan Tarihi’nde sık sık karşılaşırız kartallarla. Özellikle savaş sahnelerinde. Gökte bir kartal gözükür ve işte o an Zeus’un işareti anlamına gelir bu kuş. Gittiği yöne, konduğu yere göre kehanetler düzenlenir hemen. Ama netice kesindir, zafer. Peki Zeus neden Kartal ile özdeşleşmiştir? Sebebi aslında açık, kartal da tıpkı Zeus gibi göklerin hakimidir.
Kartalın Zeus’un simgesel kuşu halini alması, Attika Kralı Periphas’ın dönüşümüyle anlatilir. Efsaneye göre Periphas, adil ve dindar bir kraldı. Periphas ayrıca Apollon’un rahibiydi ve bu Tanrı’ya ait bir kültü vardı. Periphas’ın iyi yönetimi, yaptığı iyilikler bir süre sonra onu Attika Halkı gözünde Zeus’a eşdeğer pozisyona getirdi. Attikalılar Zeus’a ait olan herşeyi Periphas’ın yaptığını düşünmekle birlikte, Periphas adına bir Zeus Tapınağı inşaa ettiler. Daha açıkça belirtmek gerekirse yaptıkları tapınakta Zeus ile Periphas’ın ismini bir tuttular. Onu, Zeus Soter (Kurtarıcı ), Epophion (Herşeyi Gören ) isimleriyle anmaya başladılar. Tabii bu durum Zeus’u çok rahatsız etti ve Periphas’ı bir yıldırım darbesiyle küle çevirmeyi düşündü. Fakat Apollon araya girerek Zeus’u bu fikrinden vazgeçirdi. Bunun üzerine Zeus Periphas’ ı ziyaret etti ve onu bir kartala çevirdi. Periphas’ı bütün kuşların kralı ilan etti, asasını taşımakla görevlendirdi ve kendi kültünün bir simgesi haline getirdi.
Aetos Dios, Periphas’ın dönüştüğü kartaldır. Zeus’un farklı görevlere gönderdiği -mesela Prometheus’un karaciğerini yemesi için – kartallarla karıştırılmamalıdır. Bazı kaynaklara göre Tanrılar’ın sakisi Ganymedes’i kaçırıp Zeus’a getiren de Aetos Dios’dur.”*
Bu hikayeyi okur okumaz, Zeus’un simsekleri beynimde cakti ve Zeus = Omer, Zeus’un kartalina donusen Periphas = Pamir dedim haliyle...
Pamir’in masasindaki kalemlikte duran kirmizi tuy de dikkatinizi cekmistir eminim. Tuy sembolojisinde kirmizi tuy kok cakrayla bagdastirilir. Kok cakra, gunluk olaylari, dunya ile baglantimizi, cinselligimizi, takinti ve tutkuyu temsil eder. Dengede oldugunda bizi buyuk bir canlilik ve hayatiyetle dolduran, kok salmis, rahatlamis ve dogamizla uyum halinde hissettiren bu enerji, bloke oldugunda kizginlik duygularina yol acar. Bunu onlemenin yolu ise KABULLENME’yi ogrenmekten gecmektedir. Son bolumde Pamir’in evinin duvarinda gordugumuz posterde ne yaziyor biliyor musunuz? :
“ Tanrım, bana değiştirebileceğim şeyleri değiştirmek için cesaret, değiştiremeyeceğim şeyleri kabul etmek için sabır ve ikisi arasındaki farkı anlayabilmek için de bilgelik ver. ”
Yani Pamir, bir onceki yazimda da belirttigim gibi sevgililerin arasina girmeye calisan klasik kara calilardan ya da kotulerden olmayacak. Defne’yi gercekten cok sevecek ve sirf bu sevgisi nedeniyle bile Omer icin tehlikeli bir rakip haline gelecek. Omer ise kullerinden dogar, yeni bir Omer’e donusurken, bir yandan da kendi golgesi ve karanlik taraflariyla mucadele halinde olacak ki Pamir de o golge ve karanligin onemli bir parcasi. Konuyla ilgili ilk yazima Osip Mandelstam’in “ancak bir benzerim oldurebilir beni” dizesiyle giris yapmistim. Pamir de Omer’in benzeri, yani Omer’i cok iyi taniyan, onun yeteneklerini de zaaflarini da cok iyi bilen bir rakip olarak Omer’i fazlasiyla terletecek. Tipki bir turlu yenisemeyen iki satranc oyuncusu gibi.
Bunu soyleyince de aklima Escher’in, Omer’in evinin duvarinda asili Gece ve Gunduz tablosu geldi.
Cok sevgili bir dostum bu tablo ile ilgili soyle bir bilgi vermisti : “… tarlalardaki bölümler tablonun yukarısına çıktıkça değişerek kuşa dönüşüyor ve siyah kuşlar önce belirsizken yükseldikçe çizgileri netleşiyor. Siyah kuşlar ışığa uçarken beyazlar geceye doğru uçuyorlar ve dünyanın yuvarlaklığı sebebi ile uçuşlarına devam ettiklerinde dünyanın öbür ucunda tekrar buluşacakları söyleniyor ve böylelikle, sonsuz değişimi simgeliyorlar.” Ayrica, resme dikkatle baktigimizda, kuslarin birbirleninin icinden ciktiklarini, bir kusu digerlerinden ayirdigimizda, tum desenin ve butunselligin bozulacagini da farkediyoruz. Ayrica bu kuslarin havalandiklari tarlalar bir satranc tahtasina benziyor. Omer’in odasindaki, buyukce satranc piyonuna benzeyen obje de bir cogumuzun dikkatini cekmistir eminim (Yaziya ekledigim ikinci fotografta Omer’in arkasinda gorunuyor).
Ozetle, bu sezon cok saglam bir ask ucgeni izleyecegiz. Defne gibi kalbimiz Omer’de olsa bile, aklimiz ara ara Pamir’den yana kayabilecek. Ve ilk sezon sonundaki ayriliklari gibi, bu buyuk mucadele onlari oldurmeyip, daha da guclendirecek. Cunku ask, her zaman kazanir. En azindan, iyilerin mahallesinde.
3 Ekim 2016 Pazartesi
* https://2mi3.com/2012/03/21/yunan-mitolojisinde-kuslar-kartal-ve-guvercin/
Ancak bir benzerim öldürebilir beni.*
Pamir Marden. Sevgili dizimizin 2. sezonuyla birlikte ‘Kiralik Ask Volume 3′ olarak hayatlarimiza giren yeni kara calimiz, kalp agrimiz, endise kaynagimiz (Volume 1: Defne, volume 2 : Eymen idi malum). Ilk sezon, Feryal’ler, Iz’ler gelir, Gallo’lar giderken, hepimizin en buyuk dilegi hikayeye Defne icin de birinin katilmasiydi. Kiskanc bir Omer izlemek ne de zevkli olurdu. Doktor Selim ufukta gorundugunde -her ne kadar Omer’e rakip olacak karizma ve havadan yoksun olsa da- hepimiz keyifle bir arkamiza yaslandik. Ama maalesef hevesimiz resmen kursagimizda kaldi, adamcagizin girmesiyle cikmasi bir oldu.
Meger sevgili senaristimizin bizim icin daha buyuk planlari varmis. Meger doktor Selim sadece kucuk, mini minnacik bir prova imis. Biz istedik bir goz, Meric Acemi verdi belam- ay pardon, iki goz. Ve karsimizda : Pamir Marden.
Ikinci sezon baslamadan once Pamir karakteri hakkinda ilk bilgiler nete duser dusmez, onun diger dizilerden bildigimiz karizmatik kotu kontenjanindan basit bir rakip olmayacagini, hikayenin temelinde epey bir tasi yerinden oynatacagini dusunmustum. Yeni sezonun ilk iki bolumunu izledikten sonra iyice emin oldum buna. Pamir Omer’e denk, onun kadar guclu, karizmatik ve etkili bir karakterdi. Omer’in bir benzeri, ama bir sekilde de zitti, karbon kopyasi. Yani Defne’miz esit derecede yakici iki ates arasinda kalacak gibi gorunuyor. Bir yanda ugruna yanip kul oldugu, hala kalbinde gomulu duran “eski” aski, diger tarafta heyecan verici “yeni” ihtimalller.
Simdi bu noktada, Pamir konusuna devam etmeden once kisa bir aciklama yapmam gerektigini dusunuyorum. Hepimizin cok yogun bir sekilde hissettigi gibi Kiralik Ask cok ozel, cok efsunlu bir dizi. Ilk bakista muhtesem bir ask hikayesi gelip sizi yumusakca sariyor, basinizi dondurup, ayaklarinizi yerden kesiyor. Ama o gorunen hikayenin biraz otesine bakmayi basarirsaniz, bambaska manzaralarin sizi bekledigini farkediyorsunuz. Mesela yuzeyden bir alt katmana indiginizde sahane kisilik cozumlemeleri ve cok saglam bir psikolojik damarla karsilasiyorsunuz. Onun altindaki katmanlarda ise bana gore, kisinin yasam amaci olan kendini bulma/tanima yolculugu, bu yolda cektigi acilar ve kullerinden yeniden (ic benliginle,ozunle tanismis olarak) dogma gibi, her turlu mitolojik hikayenin de temelini olusturan spirituel ogretiler var. Ya da benim baktigim yerden oyle gorunuyor diyelim. Asagida yazacaklarim da haliyle bu gorus ve dusuncelerimin urunu olacaklar.
Pamir konusuna geri donersek:
Tanrilar Okulu kitabinda yazar der ki: “…Bir insanın tekrar doğabilmesi için önce ölmesi gerekir. Ölmek demek, olaylara bakış açının değişmesi demektir. Ölmek demek, acıyla beslenen yüzeysel bir yaşamdan çekilmek ve o yaşama daha yüksek bir seviyeden tekrar girmektir”.
Defne’den ayri gecirdigi bir yil suresince bambaska bir Omer’e donusup kendinden gecen, kelimenin tam anlamiyla dibe vuran Omer, olan bitene, kendine, kendi tepkilerine disaridan bakmayi basarmis, sonunda “prensipleri olan, hayatta kendine kurallar koyan eski Omer”i yenip, öldürüp aska teslim olmustur. Olmustur da, sevdicegi ne halde, ne alemdedir bilmek istemez. Cunku korkar, ya gidip bir baskasina yar olduysa. Cunku ona gore “artik cok gec, olan oldu, gecti gitti”. Dugunlerinin ertesi gunu sirtini donup gittigi, terkettigi ve bir yil boyunca hic arayip sormadigi sevdiginin “onu uzmeyen, mutlu eden, degerini bilen biriyle” birlikte olmayi hak ettigini dusunmektedir. Ve, korktugu basina gelir.
“Bir insanın yaşantısı ‘Düş’ünün gölgesidir ve Dünya bir sonuçtur. Sadece düşlerinin değil aynı zamanda kâbuslarının da bir yansımasıdır... Bir insan yaşamından bir topluma kadar, gelişmekte olan her organizma görünüşte zıt bir kuvvetle karşılaşır, güç ve kapasite bakımından kendi kuvvetine eş değer kuvvette bir Antagonist (dusman/rakip) ile yüz yüze gelir. İnsanlığın inandığının aksine, bizim gücümüzden daha fazla güce sahip bir şeyle karşılaşmamız mümkün değildir. Antagonist hiçbir zaman bizden güçlü olamaz! ” **
Omer de “acaba yoklugumda Defne biriyle birlikte olmus mudur” korkusuyla Pamir’i yaratti. Omer kadar guclu, zeki, karizmatik ve inatci. Ama ondan farkli olarak Defne’yi “uzmeyecek, mutlu edip, degerini bilecek” biri. Ve dogal olarak Omer’in donusunden sadece bir gun once girdi Defne’nin hayatina.
Gorunen o ki, ikinci sezondaki kiralik ask oyunu, ilkinden daha sarsici, siddetli ve kanli gececek. Zira bu kez oyuna giren oyuncu Defne gibi iyilik timsali bir safoz degil, Omer gibi “beyaz atli prens” kivaminda ama yeri geldiginde yine Omer gibi “Lucifer” e donusebilecek fevkalade disli ve donanimli biri. Hadi gozumuz aydin!
Devam edecek...
3 Ekim 2016
* Osip Mandelstam- “Geleceğin gürültülü zafer şenlikleri için” siirinden
** Tanrilar Okulu- Stefano D’Anna
Ask degistirir, ask ogretir, ask buyutur, ask yakar. Kiralik Ask’in, ikinci sezonla birlikte yeni bir yorungeye atlayan hikayesi de bu muhtesem yolculugu anlatmaya devam ediyor.
Manu’da ilk karsilastiklarinda, Defne kendinden, gelecekten, hayal kurmaktan ve mucizelerden coktan vazgecmis, ruzgarda suruklenen kucuk turuncu bir yaprakti. Kendinden vazgecmisti ama hayattan gecemezdi, cunku bir ailenin sorumlulugunu tasiyordu omuzlarinda. Rehberlige, destege ve korunmaya en cok ihtiyaci oldugu yillarda o destek olmak, kol kanat germek ve buyuk fedakarliklar yapmak zorunda kalmisti. Birini sevdiginde onu kaybetmemek icin kendinden vazgecmesine, etrafinda pervane olmasina, kendini ona adamasina sasmamak lazim.
Omer icin ise genc yasinda ailesini kaybetmesinin acisi belirleyici olmustu hayata karsi alacagi tavirda. Cok sevdigi annesi yillarca amansiz bir hastalikla mucadele etmis, tam hastaligi yendi diye sevinirken aslinda annesinin olmek uzere oldugunu ogrenmisti. Ona yillarca yalan soylenmisti, hem de en sevdikleri tarafindan, ustelik “onu korumak” adina. Yasaminin sonraki yillarinda benzer acilardan korumak icin kendini, kalbini bir kutuya koyup kimsenin bulamayacagi bir yerde saklamasina ve yalandan nefret etmesine sasmamak lazim.
Ama iste en korktuklarimiz eninde sonunda gelir ya basimiza. Cunku acilardan kacalim, korunalim derken ayni onlemleri alir, ayni hatalari tekrarlar dururuz. Defne de sevdigini kaybetmemek icin yalan soyledi ya da yalana devam etti diyelim. Bunu yaparken Omer’i de uzulmekten koruyacagini dusunuyordu, tipki gecmiste annesinin hastaliginda Omer’in ailesinin yaptigi gibi. Buyuk hata ! Omer ise incinmekten, tam mutlu olacakken tekrar acinin koynuna dusmekten oyle korktu ki sevdigine guvenemedi, destek olamadi, yaninda duramadi. Tipki gecmiste Defne’nin ailesinin yapamadigi gibi. Buyuk hata !
Bu sartlar altinda kesisti yollari, asik oldular ve korkularinin golgesinde birbirlerini tanimaya, asklarina bir yol cizmeye calistilar. Oysa korkunun oldugu yerde ask yesermez, yeserse de kok tutup buyuyemezdi. Yine de tepelerinde Demokles’in kilici gibi asili duran yalana ve gecmislerinden getirdikleri korkularina ragmen, inisli cikisli, engebelerle dolu yollarina devam etmeye calistilar. Roma’da Sinan’in da soyledigi gibi, yalanin erkenden ortaya cikmamasinin tek faydasi, birbirlerini daha iyi tanimalari ve deli gibi asik olmalarina firsat yaratmasi oldu. Ya da bir keresinde Defne’nin de soyledigi gibi, butun guzel seyleri de bu derdi getirmisti. Butun olan bitenin arkasinda ikisi de birbirlerinin ozunu gormus, hissetmislerdi. O nedenle bir turlu kopamiyor, bumerang gibi firlatildikca uzaklara, birbirlerine geri donuyorlardi.
En son ayriliklari, ikisinin de en buyuk korkulariyla yuzlesmelerini sagladi. Omer, yalan soylenmek, aldatilmak, Defne, terkedilmek, sevgiden mahrum birakilmak. Aralarinda kara bir yilan gibi kivrilmis yatan "Sir" da yok artik. Simdi korkularindan arinmis, gereksiz yuklerinden kurtulmus bir sekilde karsi karsiyalar. Defne ilk karsilasmalarindaki kendinden vazgecmis, hayallerine küsmüş Defne degil artik. Daha potansiyelinin farkinda, kendine guvenli, kendini kollayan bir Defne gorecegiz artik buyuk ihtimalle. Omer de, kalin duvarlarinin ardinda kitaplarina saklanan, duygularindan korkan ve onlari gizleyen prensip kumkumasi Omer degil artik. Daha pervasiz, acik ve incinmekten korkmayacak bir Omer izleyecegiz.
Hikayenin ve karakterlerin vardigi bu nokta aklima Mevlana’nin “Hamdim, pistim, yandim” sozunu getirdi. Mevlana ile ilgili okudugum bir yazida soyle diyordu:
“…Varlığı ile Konya’ya düşen bir ateştir aslında Şems. O zamanların büyük uleması Mevlana’ya aşkı getiren kişidir. Aşkın kitaplarda olmadığını, bilgide olmadığını, tamamen teslimiyette olduğunu gösteren ve onu ateşin içine çeken kişidir Şems. Ve Mevlana Şems gelene kadar hayatını kitaplara, bilgiye ve ulemasına adamış bir din adamı, bir bilge ve din otoritesi iken Şems’ten sonra tüm bu kimliklerinden arınarak aşk içinde teslim olmuştur. İşte Mevlana’nın hikayesi bundan sonra başlamakta ve dünya üzerinde Aşk’ı dile getiren her sözcük bu buluşmadan sonra açığa çıkmaktadır. Şems’in varlığı ile yüreğine güneş doğuran Mevlana O’nsuz bir an bile geçirmeye tahammül edememiştir. Şems’in kısa dönem ayrılığında Mevlana kendini tümden yitirmiş ve bu aşkın ateşi ile uzunca bir dönem kendine gelememiştir.”
Sems’in, Arapcada gunes demek oldugunu cogunuz biliyorsunuzdur. Defne de, bilgiye ve akla dayali yasayip, askin, ask acilarinin izini gercek yasamda degil, kitaplarda (Gurur ve Onyargi, Albertine Kayip, Milena’ya Mektuplar) suren Omer’in hayatina bir gunes gibi dogmadi mi? Omer’in istiridye kadar sert ve sımsıkı kapalı kabuklarini tek hamleyle kirarak, icinde piril piril bir inci gibi sakli duran kalbi ortaya cikarmadi mi?
Gecen uzum ve sarapla ilgili yazimda, uzumun koruktan saraba giden yolculugunun, insanoglunun bos bir levhadan, kendini bilme/bulma noktasina varisinin guzel bir metaforu oldugunu anlatmistim. Ekstra bir bilgi: Uzumu saraba ceviren dogal fermentasyon sirasinda maya (üzümde doğal olarak bulunur) üzüm suyundaki ŞEKER ile birleşir ve aşamalı olarak bu şekeri tüketerek alkole dönüşür (Bu aklima Omer’in duvarindaki alisveris listesini getirdi:)). Şarap 'MEY' olarak da adlandırılır. O sarkiyi daha cok dinleyecegiz yani, zira anlamini yeni buluyor.
Mevlana’dan devam edersem; Mevlana herkesi aşka davet eder: “Ey insanlar! Aşka sarılın, onun çağrısına kulak/cevap verin. Aşka gidin. Çünkü Allah aşka ölümsüzlük vermiştir. Uyumayan uyuklamayan o aşk, o gökyüzündeki sevgi, bugün gönülleri uyumakta olanları çağırıyor. Aşktır varlık âlemindeki hayat, seziş. AŞKSIZ HAYAT ANCAK KABUKTUR KABUK!” (Divan-ı Kebir, c. VII, s. 44) (Escher’in Rind’ini hatirlatayim burada da!)
Mevlana, gizli kabiliyetlerin ortaya çıkması için, insanın, aşk ateşinde yanması gerektiğini söyler. Yani aşk fırınında insanların arınması, rafinasyonu, insandaki cevheri ortaya çıkaracaktır. Aşk ateşi ve aşk acısı insanı olgunlaştırmak içindir. (Divan-ı Kebir, c. IV, s. 162) (Buyuyen, kendini bulan, kendini bilen Defne)
Aşkı şaraba benzeten Mevlana şöyle der: “Sus, sus da artık şu aşk şarabını iç. İç ki titremekten, korkulu yerlere düşmekten kurtul…” (Divan-ı Kebir, c. V, s. 375) (Degisen, aska kendini birakan, teslim olan Omer)
İnsan, toprak, su, hava ve ateşten ( anâsır-ı erbaa) oluşur. Toprak ve su, tenin ve bedenin; hava ve ateş ise ruhun, gönlün ve aşkın mazharıdır. Maddi gıdalarla beslenen bedenler ergeç toprağa karışacaklardır. İnsanı insan yapan ise, onun toprakta çürümeyen ilâhi menşeli varlığı, ruhu ve gönlüdür. İnsanda hava ve ateşi körükleyen aşktır. İşte Mevlana’nın “olma” reçetesi olarak sunduğu pişme ve yanma bu açıdan önemlidir.
Aşk, yaşanılarak öğrenilen ve anlaşılan bir duygu olduğu için, kendisinden aşkı soranlara Mevlana: “Ben ol da bil” karşılığını vermiştir. Kanatlarını ateşin hararetinde kurban vermiş pervane gibi aşk ateşinin ne olduğunu tecrübe etmeyenler aşkı tanıyamazlar. Mevlana’ya göre pişen bozulmaktan kurtulur.
Yanmak; özlemektir, özlemek yanmaktır. Yanmak, mum gibi erimektir. Yanan bir mum için için erir, tükenir. Yakından bakmayan kimse mumun eriyen her damlayla azaldığını fark edemez, o sadece mumun etrafa saçtığı ışığı görür. Oysa mum yandıkça damla damla azalmakta, eriyen her damlası kızgın bir ateş olup dibine akmaktadır. Dibine damlarken su renginde görünen mum eriği, soğuyunca yine asıl haline dönmektedir. O parçalar ustası tarafından bir araya getirilse yeniden mum meydana gelecektir ve yine eskisi gibi ışık verme görevini yerine getirebileceklerdir. Onun bu halini gören şunu anlayacaktır ki, yanmak eriyip yok olmak değil, yeniden kendin olmaktır. (Escher’in Metamorfoz’u)
Yanmak, ney gibi sırlarla dolmaktır. Tasavvuf Musıkîsi’nin en önemli âletlerinden olan Ney’in yapılışı da yanmanın en güzel ifade edilişidir. Sulak bir arazide yemyeşil olarak hayatına başlayan neyin içler yakan sesi çıkaracak hale gelmesi hiç de kolay değildir. Kamışlıktan koparılan ney, uzun zaman güneşin alnında bekletilir. Öyle ki bu bekleyiş sonunda kamışlıktaki o yemyeşil halinden eser kalmaz. Yana yana sararan neyin çilesi henüz bitmemiştir. Ayrıca bedenine yedi tane delik açılacaktır ve dokuz tane de boğum yapılacaktır.
Büyük sufi Mevlana, ruhunun derinliklerinde karşılaştığı aşka kozmik bir dille, yani Kuş Dili ile sorar: “Sen kimsin?”. Cevap şöyle gelir aşktan: “Ben ölümsüz Hayat’ım, ben tekrarlanıp duran Güzel’im ve Ömür’üm ben” (Divan-ı Kebir, c. VII, s. 104)
Yunus Emre’ye gore ise; ask atestir. Aşk ateşi gönül deryasına düşer ve orada kaynar ;
“Şahum senün ışkun odı düşdi gönül deryasına, Aceblemen kaynayuban ma'rifetler bitdügine”.
Aşk güneştir. Aşk bir güneş gibi etrafına aydınlık saçar.
“İşidün iy yarenler, ışk bir güneşe benzer, Işkı olmayan gönül, meseli taşa benzer’”.
Omer’le Defne, bir yil suren ayriliklari sirasinda ancak yasamaya, hissetmeye basladilar askin yakici, donusturucu etkisini. Ayrilikla birlikte gercekten yanmaya, askin sarabindan icmeye basladilar. Ask atestir, gunestir, ışıktır. Ve ayrilik sonrasi ilk karsilasmalarinin, karanlikta aniden yanan ışıkla olmasi da bosuna degildir. Havayla atesin muhtesem dansina hosgeldiniz:)
Ve bu yazinin sarkisi :
Bugün dağların dumanı aralandı, hoş geldin Ah ışıklar içinde kaldım, yandım efendim
Sen bana yangın ol efendim, ben sana rüzgar Tutuşsun gün, yansın geceler, zamanımız dar*
*Hüsnü Arkan
https://www.youtube.com/watch?v=w3MMbvh-vmE
Faydalandigim linkler:
http://akademik.semazen.net/author_article_print.php?id=881
http://www.academia.edu/7007414/yunus_emre_ve_Allah_sevgisi_a%C5%9Fk_%C4%B1_ilahi
https://indigodergisi.com/2012/08/ve-ask-semsten-dogan-gunes-mevlana/
http://www.incemeseleler.com/umumi-meseleler/1783-mevlana-n%C4%B1n-a%C5%9Fk%C4%B1-tan%C4%B1mlamas%C4%B1.html
http://www.feyizler.org/index.php/emine-ahn/33-yanmak-yakmak-ve-ak