Annesiz Kızlar : Külkedisi, Maria’lar (Çıplak Ayaklı Kontes, Aşk ve Öbür Cinler) ve Defne Topal…
“Hayat siz plan yaparken başınızdan geçenlerdir derler. Yani biz her şeyi planladığımızı sanıyoruz ama kader oyununu istediği gibi oynuyor ve kendimizi hiç bilmediğimiz bir yerde buluyoruz. Mesela bazen hayat bizi alıp bir kuyunun dibine atıyor, sonra birden bulutların üzerine çıkarıyor. İşte bu yüzden mucizelere inanmak lazım. En kötü günde bile, burada bittim çıkış yok dediğiniz anda bile, bir mucizenin gelip kapınızı çalacağına inanın. Bunu size mucizeyi gerçekten yaşamış biri olarak söylüyorum, bu, benim hikayem!”
Bu sözlerle başlamıştı Defne’nin mucizelerle dolu masalı.
Passionis’in mottosu neydi :
“Külkedisi, bir çift ayakkabının hayatınızı değiştirebileceğinin kanıtıdır! ”
Sadece dizinin hikayesi değil bu meşhur masaldan esinlenen elbette. 63. bölümdeki tasarım toplantısında bahsi geçen Çıplak Ayaklı Kontes de Külkedisi masalının modern yorumlarından biridir.
Geçen sezonun son bölümündeki tasarım toplantısının teması ise ‘Büyülü Gerçekçilik / Aşk ve Öbür Cinler’ idi hatırlarsanız. Burada Külkedisi yok ama bir adet ‘Maria’ var. Kafanız karıştı biliyorum, ama merak etmeyin, bütün kopuk uçlar sonunda birbirine bağlanacak :)
Ben bu yazıda, dizinin hikayesini merkez alarak, Külkedisi masalı, Çıplak Ayaklı Kontes ile Aşk ve Öbür Cinler’in çağrıştırdıkları ve bazı ortak noktaları hakkında düşündüklerimi anlatmaya çalışacağım bakalım. Yazı uzun; sıkılmam derseniz, buyurun efendim :
Çıplak Ayaklı Kontes, bir Hollywood yıldızının inişli çıkışlı kısa hayatını konu alan hüzünlü bir Külkedisi hikayesidir. Madrid’ deki bir gece kulübünde flamenko dansçısı olarak çalışan ve kısa zamanda güzelliği ve yeteneğiyle küçük ama tutkulu bir hayran kitlesi kazanan Maria, bu başarısına rağmen gerçekte şöhret ve paraya fazla değer vermez. Kendine özgü değer yargıları ve prensipleri olan, farklı, müdanasız, özgürlüğüne düşkün bir kadındır o. Bu nedenle, ilk filmi için yeni yüzler arayan ve kendisini izlemek üzere bir geceliğine Madrid’e gelen Hollywood yapımcısı Edwards’ın iş teklifini, sırf adamın tavırlarından hoşlanmadığı için geri çevirmekte tereddüt etmez. Hazırlıkları yapılan filmin yönetmeni Dawes da Edwards’la Madrid’e gelmiştir. Uzun zamandır başarılı bir iş ortaya çıkaramamış, alkol batağındaki Dawes için bu film çok önemlidir. O nedenle Maria’yla konuşup, onu Hollywood’a gitmeye ikna etmek ister. Maria, eskiden beri filmlerine hayran olduğu Dawes’ la tanışıp konuştuğunda, onu insan olarak da sever, güvenir. Ancak kararını değiştirmesinin en önemli nedeni, sevgisiz ve baskıcı annesinin Hollywood’a gitmesine itirazı olur. Zira Maria, zorbalardan emir alıp, onlar tarafından alıkonulmaya asla tahammül edemez.
Madrid’den ayrılıp Hollywood’a giden Maria, kısa sürede büyük bir başarı kazanıp, dünya çapında tanınan ve sevilen bir yıldız haline gelir. Şöhret ve paraya rağmen yaşam felsefesinde önemli bir değişiklik olmaz. Bir gece yaşanan büyük bir tartışmadan sonra, ona sahibiymiş gibi davranan patronu Edwards’ı ve Hollywood’ u terk ederek, kumara düşkün zengin bir iş adamı olan Bravano’yla Avrupa’ ya gider. Başlangıçta, adamın kendisine gerçekten değer verdiğini düşünen Maria, çok geçmeden onun için sadece pahalı bir şans ve gösteriş nesnesi olduğunu anlar. Tam o sırada hayatına giren İtalyan asilzadesi Kont Torlato-Favrini ise, Maria’nın hem ilk aşkı hem de en büyük hayalkırıklığı ve felaketi olacaktır.
Diğer bir bahtsız Maria, Gabriel Garcia Marquez’ in Aşk Ve Öbür Cinler kitabında karşımıza çıkar. Karayipler’ deki hayali bir İspanyol sömürgesinde geçen hikaye, kuduz bir köpek tarafından ısırılan genç Sierva Maria’nın trajik ölümünü anlatır (romanda Sierva’ nın 12 yaşında olduğu belirtilir ama müsaadenizle ben yazı boyunca bu yaş konusunu gözardı edip, onun bir çocuk değil genç kız olduğunu varsayacağım). Kitapların yasaklanıp yakıldığı, kilise ve engizisyonun baskısı altındaki insanların dini ve batıl inançların gölgesìnde yitip gittikleri zamanlara ait bu hikayede de, aşk en önemli ve dönüştürücü rolü oynar.
“Alnında beyaz bir lekesi olan kül rengi bir köpek... yoluna çıkan dört kişiyi de ısırmıştı. Bunlardan üçü zenci kölelerdi. Dördüncüsü ise... Casalduero markisinin tek kızı Sierva Maria de Todos los Angeles idi.” diye başlar kitap. Kuduz bir köpek tarafından ısırıldığı düşünülen fakat yarası iyileştikten sonra hiç bir hastalık belirtisi göstermeyen Maria, buna rağmen, yerel piskoposun tavsiyesini dinleyen babası tarafından cin/şeytan çıkarma ayinleriyle kuduz hastalığından kurtarılmak üzere bir manastıra kapatılır. Şeytan çıkarma işiyle görevlendirilen genç rahip Cayetano Delaura, günün birinde Vatikan’ da görev almayı uman, zeki ve hırslı biridir. Ancak Maria’ yı ilk kez rüyasında görüp tutulduktan sonra ruhunu saran aşkla, hayatını ve inancını sorgulamaya başlar.
Onu hiç sevmeyen ve bakımını reddeden sefih annesi ile hayattan vazgeçmiş ilgisiz ve ruhsuz babasıyla yaşadığı evde köleler büyütmüştür Maria’yı. Onlarla, onlardan biri yaşar. Dillerini, gelenek ve adetlerini bilir. Sessiz, usul tavırları, doğumundan bu yana hiç kesilmemiş uzun kızıl saçları, soluk teni ve mavi gözleriyle büyülü bir havası vardır ve varlığıyla o büyüyü etrafa yayar gibidir. Götürüldüğü manastırın etrafındaki ağaçların yaprakları gürleşir, çiçekler daha iri, daha kokulu açar, hayvanların doğurganlığı artar. Bereket ve hayat taşar varlığından. Yani, cehaletin ve karanlık düşüncelerin girdabında kaybolmuş korku dolu bir dünya için, bütün canlılığı, farklılığı ve mucizeleriyle fazla tehlikelidir.
Burada, Maria’lardan bir süreliğine ayrılıp, Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabına uğramak istiyorum. Clarissa Pinkola Estes, bu şahane kitapta, geçmişten bugüne türlü müdahaleler ve baskılar sonucu, doğal kimliklerinden uzaklaşarak bastırılan, kıstırılan ve sezgilerinin sesini artık duyamaz hale gelen biz ‘kaybolmuş’ kadınlara, eve, özümüze dönüşün yollarını gösterir. Bunu yaparken de vahşi kadın arketipi ve masallardan faydalanır. Asırlar boyu kadınlar arasında bir ruhsal şifa aracı olarak ağızdan ağıza söylenerek günümüze kadar gelen, ancak bir noktadan sonra orijinalliklerini yitirerek, erkek egemen dünyanın işine gelecek şekilde yeniden yazılan masallar, ‘doğru’ halleriyle her dinleyişimizde içimizdeki vahşi kadını diriltip, yaralarımızı iyileştirmeye ve iç sesimizi yeniden duyulur hale getirmeye başlarlar.
Kitabın ‘Gerçekleri Koklayarak Araştırıp Bulmak’ başlıklı 3.bölümünde, bir Rus halk masalı olan Bilge Vasalisa incelenir. Korkmayın, sizlere masalı anlatmayacağım :) Sadece yazarın masalı yorumladığı bölümlerden, bizi tekrar Maria’lara ve Defne Topal’a götürecek bazı alıntılar yapacağım. Masal, sezginin kadınların en önemli hazinesi olduğu ana fikrine dayanır, anadan kıza, kuşaktan kuşağa miras bırakılan çok kıymetli bir hazine. Ve bir genç kızın, bazı zor ödevleri yerine getirmek suretiyle yetişkin olma (erginlenme) sürecini anlatır. “Masalda erginlenme süreci, sevilen, iyi anne ölürken başlar. Artık Vasalisa’nın saçını okşayamayacaktır. Birilerinin kızı olarak hayatımızın bir döneminde, psişenin iyi annesinin - küçüklüğümüzde bize en uygun, en iyi biçimde hizmet veren annenin- fazla iyi bir anneye, fazlasıyla koruyucu değerlerinden dolayı yeni meydan okuyuşlara tepki vermemizi ve böylece daha derin bir gelişme sağlamamızı önlemeye başlayan anneye dönüştüğü bir an vardır. Doğal olgunlaşma sürecimizde fazla iyi anne giderek silikleşmeli, yeni bir anlayışla kendi kendimize bakabilmemiz için bizi yalnız bırakmalıdır”. Hepimizin bildiği gibi, çoğu masalda masal kahramanları annesizdir. İyi annenin ölümünden sonra, baba yeniden evlenmiş, eve kötü kalpli üvey annenin gelişiyle, genç kızın zor ödevleri ve erginlenme süreci başlamıştır. Bu yolda en büyük yardımcısı ise annesinden devraldığı (masalda oyuncak bir bebekle sembolize edilen), kadının temel içgüdüsel gücü, yani ‘sezgi’ dir.
11. bölümdeki Defne-Ömer dertleşmesini hatırlamayanınız yoktur herhalde. Ne demişti Defne : “...Hepimizin tek ortak noktası birinin evladı olmakmış. Hayatta hiç kimse sevmese, seni mutlaka biri severmiş. Ben de annem gidince her insan olmaktan çıktım herhalde dedim. Kimsenin evladı değilim.” Defne de, annesinin gidişiyle, dış dünyaya doğru büyüme ve olgunlaşma yolundaki ilk büyük, korkulu adımlarını atmış, hayal ve arzularını içinin derinliklerine gömüp (abisinin tabiriyle) ailenin sağduyusu ve ekmek getireni olmak zorunda kalmıştı. Yine de, daha fazla büyüyüp gelişmesine imkan vermeyen, belki güvenli ve risksiz ama vasat, kısıtlı ve dar bir yaşam sürmekteydi. Ta ki bir gün bir iyilik perisi (!) yani Neriman İplikçi kapısını çalıncaya kadar. Buraya tekrar döneceğiz. Şimdi gidip tekrar bir Maria’lara bakalım isterseniz.
İlk Maria’mız (Çıplak Ayaklı Kontes) Maria Vargas, anne sevgisinden mahrum bir şekilde, İspanya İç Savaşı fonunda geçirir çocukluk yıllarını. Fakirlik nedeniyle ayakkabısı olmaz hiç. Küçük kız, şehir bombalanırken çıplak ayaklarıyla saklandığı moloz yığınlarının içinde, büyüyüp bir sürü güzel ayakkabısı olan zarif bir kadına dönüştüğünü hayal eder. Sonra büyür ve bu hayaller yetmez olur. Sevmek ve sevilmek ister Maria, gerçek bir aşk ister, onu olduğu gibi kabul edecek, sadece dış görüntüsüne değil ruhuna da değer verecek, onu koruyacak, ailesi olacak birini. Ne yazık ki karşısına çıkan erkeklerin hiç biri, güzel ve gösterişli bedeninin ötesindeki Maria’yla ilgilenmez. O nedenle Kont Torlato-Favrini ile karşılaştığında çok şaşırır. Zira genç adam onun meşhur bir Hollywood yıldızı olduğunu bilmemekte ve birlikte olmak için herhangi bir girişimde de bulunmamaktadır. Maria bu saygılı, onurlu adama sırılsıklam aşık olur ve kısa süre içinde onunla evlenir. Sonunda beyaz atlı prensini bulduğuna inanmaktadır. Maria'yı Hollywood’a gitmeye ikna eden ve oradaki macerası boyunca ona yol gösterip, kol kanat geren, yani bir nevi onun iyilik periliğine soyunan Dawes ise, kontun normal görüntüsünün ardındaki karanlığı ve yaklaşmakta olan felaketi sezmiştir, “6. hissim hiç yanılmaz” der ve uyarır dostunu, fakat evliliğin önüne geçemez. Maalesef, kısa bir süre sonra Maria’nın Kont için soylu ailesinin tablo ve heykellerine yakışacak güzel bir model olmasının ötesinde bir önem ve değer taşımadığı anlaşılır.
Kurtlarla Koşan Kadınlar kitabında der ki : “Bilge Vasalisa masalı, çoğu şeyin göründüğü gibi olmadığını anlatır. Kadın olarak olguları koklayarak farketmek için, sezgimizi ve içgüdülerimizi göreve çağırırız. Olgulardan gerçeği söküp almak, görülecek ne varsa görmek, bilinecek ne varsa bilmek, kendi yaratıcı ateşimizin bekçileri olmak için. Erginlenmiş (yetişkin) kadın işte budur.” Maria ise bu yetenekten yoksundur. “Bir kadının erginlenme süreci çeşitli nedenlerle durabilir. Örneğin hayatının erken dönemlerinde çok fazla psişik sıkıntı yaşamıs, özellikle de ilk yıllarında tutarlı ve ‘yeterince iyi’ bir anneden yoksun kalmış olabilir”. Kötü ve sevgisiz bir anne elinde büyüyen Maria Vargas, ne yazık ki, bir annenin kızına verebileceği en önemli hazineden, sezgi ve içgüdülerine kulak verebilme yeteneğinden mahrum kalmış, yüzeyde görünenin ötesine bakamamış, hep anlık dürtülerle hareket etmiş ve peşpeşe verdiği yanlış kararlar sonucunda da yaşamından olmuştur.
Sierva Maria da, adaşı Maria Vargas gibi sevgisiz ve kayıtsız bir anne ile başlar hayata. Ama onu diğer Maria'dan ayıran önemli bir fark vardır; o, evde çalışan köle kadınların kanatları altında sevilip kollanarak, onlardan biri gibi büyür. O nedenle sezgileri ve içgüdüleri bir hayli güçlüdür. Gelin görün ki, ona karşı tüm gücüyle saldırıya geçen hastalıklı bir dünyayla tek başına mücadele edebilmek için çok küçük ve zayıftır. Hayattan hiç bir beklentisi de yoktur zaten. Kölelerin arasında vahşi, küçük bir hayvan gibi yaşar. Ama yakınlaştıkları zamanlardan birinde, yine de sorar babasına : “Şarkılarda dedikleri gibi, aşkın her şeyin üstesinden gelebileceği doğru mu?”. “Doğrudur” diye yanıt verir babası ve ekler : “Ama sen yine de inanmasan iyi olur ”.
Anneleri tarafından sevilmemiş, babaları tarafından sahip çıkılmamış, dolayısıyla kimsenin evladı olamamış küçük kızların, kurtuluş umudu gibidir sanki aşk. Bilmeden, günebakanların güneşe döndüğü gibi aşka çevirirler tatlı, küçük yüzlerini. Masallara, mucizelere inanmak isterler. Sevmek ama illa sevilmek…
Sierva’nın da böyle gizli bir dileği vardı belki yüreciğinin bir köşesinde. Ama aşk, öldürücü bir hastalık gibi geliyordu anlaşılan o kara zamanlarda. Alnında beyaz bir lekesi olan kül rengi kuduz bir köpek tarafından ısırıldığında başlar onu Peder Cayetano’ya götüren olaylar zinciri. Ne tesadüftür ki, Cayetano’nun da bir tutam beyaz saçı vardır alnına düşen. Köpeğin ısırığı mı öldürür Sierva Maria’yı, yoksa Cayetano’nun aşkı mı? Kitaba bakalım : “ Sierva Maria, Cayetano Delaura’ya ne olduğunu... neden geri gelmediğini bir türlü anlayamadı... Şeytan kovma ayininin altıncı seansı için onu hazırlamak üzere içeri giren gardiyan, ışıl ışıl gözleri ve yeni doğmuş bebek teniyle onu yatağında aşkından ölmüş buldu.”
Anne sevgisini hiç yaşamamış bu küçük kızların isimlerini, tüm kutsal öğretilerde anneliğin sembolu olmuş birinden, Meryem Ana’dan almaları da kozmik bir şaka olmalı. Çok sevgi dolu ve erdemli bir anne tarafından büyütülen Ömer’in evde sürekli Schubert’in eseri Ave Maria’yı dinlemesi de ilginç bir tesadüf olsa gerek :)
Peki aşk kurtarır, iyileştirir mi anne sevgisi görmemiş kızları gerçekten? Yoksa bahtsız Maria’larımız gibi, erkek hikayelerinde birer arzu ve günah nesnesi olmaktan kurtulamayıp, onlar kendi aralarında tepişirken ezilen çimenler gibi öylece yok olup gitmek midir kaderleri? Yok mudur, hem masalını yaşayan, prensini bulan ama bu arada kendi de büyüyen ve güçlenen bir Külkedisi ?
Var tabii : Defne Topal. Bizim Kiralık Aşk masalımızın kahramanı Defne, Neriman İplikçi’nin önerisini kabul edişiyle erginlenme (büyüme, yuvadan uçma) sürecini de başlatmış olur. Ödevler ve sınavlarla dolu uzun ve zorlu bir macera onu beklemektedir. Ancak o, anneannesinden ve bırakıp gitmiş olmasına rağmen onu severek büyütmüş annesinden devraldığı güçlü içgüdü ve sezgileri ile -arada tökezlese de- çoğu zaman en doğru kararları verecek, güçlenmeye ve büyümeye devam edecektir.
Her ne kadar masaldaki Külkedisi, edilgen, pasif bir görünüm çizse ve her şey onun dışında gelişiyormuş gibi görünse de, o baloya katılma istek ve iradesini ifade ettiğinde peri ortaya çıkar. Defne de bir mucize dilediğinde Neriman çıkagelir ve bulur onu.
Masalda iyilik perisi, geçici olarak, bir geceliğine değiştirir Külkedisi’nin görünümünü. Kiralık Aşk, burada Külkedisi’nden ayrışır. Çünkü bizim masalımız, Ömer’in Defne’yi öpmesiyle başlar. Prens daha ilk bölümde Külkedisi’ni bulmuş, o haline vurulmuştur bile. Değişen kılık kıyafet duruma bir katkı sağlamaz. Aksine Defne’nin değişimi ve aşkın gelişimi o sahte görünümden kurtulduktan sonra başlar. Aslına bakacak olursanız, Defne’nin gerçek iyilik perisi Ömer’dir. Ondaki potansiyeli keşfeder, içine gömdüğü yeteneği tekrar su yüzüne çıkarır. Gerçi Defne’dir tabii ilk adımı atan, tasarım kursuna katılma isteğini beyan ederek. Ama Ömer onun için hem ilham ve motivasyon kaynağı, hem de ustası ve yol göstereni olur. O Defne’yi öyle güzel sevdiği için, Defne kendini sevilesi bulur, önemser, gelişmek, büyümek ister. Besleyen, zenginleştiren bir aşktır onlarınki.
Ve elbette, bu masal mutlu sonla biter :)
Bitirmeden önce şunu önemle belirtmek isterim ki, yazıda adıgeçen eserlerle ilgili olarak muhakkak ki yazarlarının ifade edip, tartışmak istedikleri çok daha farklı ve önemli meseleler vardır ve belki Meriç Acemi’nin bunları dizide anma sebepleri bambaşkadır. Ben sadece, okuyup izledikten sonra bu eserlerle ilgili olarak kafamda oluşan resmi tarife çalıştım. Umarım okuması keyifli bir yazı olmuştur.
Sevgiyle,
15 Ocak 2016
https://www.youtube.com/watch?v=2bosouX_d8Y
Kaynaklar:
- Joseph L. Mankiewicz: Critical Essays with an Annotated Bibliography and a Filmography/ Cheryl Bray Lower-R.Barton Palmer
- Aşk ve Öbür Cinler- Gabriel Garcia Marquez, Can Yayınları
- Kurtlarla Koşan Kadınlar -Vahşi Kadın Arketipine Dair Mit ve Öyküler -Clarissa Pinkola Estés, Ayrıntı Yayınları
Kiralık Aşk bir meyve olsa nar olurdu bence... Meyvelerin en sürprizlisi, en bereketlisi. Dıştan bakınca rengi ve şekli ile merak uyandıran, ama içini açınca bir sürü yakut renkli, ışıltılı, leziz tanenin etrafa saçıldığı bambaşka derinlikte bir alem. Görüntüsü ayrı güzel, tadı, anlamı ayrı. Bizler de bu bereketten nasibimizi aldık, aylardır yaza konuşa bitiremedik açtıkça çoğalan Kiralık Aşk alemini.
Ben bu kez bu yazıyla, aklım ve kalemim yettiğince sizleri, sondan geriye doğru giderek dizide bahsi geçen sinema filmleri üzerinden, sevgili senaristimiz Meriç Acemi'nin zihninde ufak bir yolculuğa çıkarmak niyetindeyim. Umarım elime yüzüme bulaştırmam. Buyrun başlayalım.
Yer : Ömer İplikçi’nin ofisi. Kucağında İso bebek ile tasarım toplantısında dahi tasarımcımız. “Yön değiştireceğiz” diyor, “Daha nude tonlara yöneleceğiz. Böyle daha kendiliğinden, daha yalın. Asil, zarif ama bir o kadar da doğal. Çıplak Ayaklı Kontes’i düşünün. "
Başrollerinde Ava Gardner ve Humphrey Bogart’ın oynadığı 1954 yılı yapımı Çıplak Ayaklı Kontes filmi, karamsar bir Külkedisi hikayesi fonunda anlatılan, sert bir Hollywood eleştirisidir. Uzun süre büyük yapım şirketleri için komedi filmleri yazıp çekmiş olan yönetmen Mankiewicz, ilk bağımsız işinde, yıllarca gerçek yeteneğinin bastırılmış ve yaratıcılığının köreltmiş olmasına duyduğu öfkeyle, acımasız bir sektör eleştirisine girişmiştir. Ona göre film işine çuvalla para yatıran bu soğuk kalpli ruhsuz adamlar, zevk ve yaratıcılıktan tamamıyle yoksundurlar. Paralarına para kazandırmaktan başka bir şey düşünmezler. Nitekim, Bogart’ın canlandırdığı, tecrübeli, yetenekli fakat Hollywood’da hak ettiği yere gelememiş senarist/yönetmen Dawes, etrafındaki herkese satın alabileceği bir meta gibi davranan milyoner yapımcı Kirk Edwards’ı para için ruhunu şeytana satmakla suçlar. Ama aslında Dawes’ın kendisi de, yaratıcılığını ifade etmenin yegane yolu olarak gördüğü mesleğini sürdürebilmek için emrinde çalıştığı, taciz ve aşağılamalarına katlandığı kendi metaforik şeytanı olan Edwards’a ruhunu satmış değil midir? (2)
Aynı tema, dizide adı geçen başka bir filmde daha çarpıcı bir şekilde işlenir. 32. bölümde, Ömer’le Defne’nin birlikte izledikleri filmi hatırlıyorsunuzdur: Barton Fink. (O zamanlar epey saydırmıştık sevgili senaristimize, bu anlaşılması zor, karanlık, kasvetli filmi mi seçti yani, çocuklarımızın başbaşa geçirecekleri romantik akşam için diye:))
Coen kardeşlerin imzasını taşıyan 1991 yapımı bu film de, Çıplak Ayaklı Kontes gibi Hollywood film endüstrisini hedef alan önemli bir (öz)eleştiridir. Barton, New York’ta yeni yeni parlayan genç ve başarılı bir oyun yazarı iken, Hollywood’ da senarist olması için yapılan cazip teklife hayır diyemez.Hem daha fazla kazanacak, hem de ne iyi bir yazar olduğunu yedi düvele ispatlayıp, şan şöhret sahibi olacaktır. Yani o da bir nevi Faust’luğa soyunur, ruhunu/kalemini stüdyo sahibi Lipnick’e satar. Ancak Hollywood’ da işler umduğu gibi gitmez. Oyunlarında olduğu gibi filmlerde de, yaşayan gerçek karakterlerle ‘sıradan’ adamın sorunlarını anlatmak isterken, ondan belli bir tarihte teslim etmek üzere, B sınıfı bir güreş filmi yazması istenir. Konu hakkında zerre bilgisi olmayan, yaratıcılığı ve özgürlüğüne dar, sevimsiz bir çerçeve çizilen Barton tıkanır kalır, yazamaz (writer’ s block). Film, değişik konulara değinen çok katmanlı hikayesinin içinde, esas olarak, yaratı sürecinin ne kadar zor ve sancılı olduğunu fevkalade etkileyici bir şekilde anlatırken, sistemin yeteneğe ve yaratıcılığa böyle duyarsızca ve para odaklı müdahalesinin bir süre sonra vahşi bir insan öğütme faaliyetine dönüştüğünün de altını çizer.
Ömer İplikçi’ ye Seville Berberi’ ni sevdiren film olan, Dünya sinemasının tartışılmaz en önemli başyapıtlarından1963 yapımı 8½ (Otto e Mezzo)’ da, ilham yolları tıkanan, bir film yönetmenidir bu kez. Fellini, iddialı bir bilimkurgu projesinin tam ortasında, filmine duyduğu ilgi ve heyecanını tamamen kaybederek, projeyi asla tamamlayamayacağı korkusuna kapılan ünlü film yönetmeni Guido Anselmi (Marcello Mastroianni)’nin hikayesini anlatır bu filmde. Yapım ekibi, oyuncular ve dünyanın parasına mal olan set hazırdır fakat yönetmen yerinde saymakta, heyecan verici herhangi bir fikir üretememektedir. Filmin bir sahnesinde, Guido, saf ve dürüst bir film yapmak istediğini, ancak söyleyecek dürüst bir şey bulmakta zorlandığını itiraf eder : “Düşüncelerimin çok net olduğunu sanıyordum. Her şeyiyle dürüst bir film çekmek istemiştim sadece, yalansız, riyasız. Söyleyecek çok basit bir şeyim var zannetmiştim, herkese yardımı dokunacak bir şey. İçimizde taşıdığımız bütün ölü şeyleri sonsuza dek gömmemize yardımcı olabilecek bir şey. Ama şimdi dönüp bakıyorum da, benim hiçbir şeyi gömecek cesaretim yokmuş.”
Aslında film, Fellini’nin kendi hayatına yönelik bir özsorgulama, iç dünyasına, bilinçaltına ve rüyalarına fantastik bir yolculuktur. Guido Anselmi, Fellini’nin tam bir kopyası değildir, ancak Fellini’nin, Guido karakteri üzerinden kendi yaratıcılığını bloke eden iç çatışmalarını inceliyor olduğuna inanılır. Fellini’nin de Guido ile benzer şekilde -sonradan 8½ olarak adlandıracağı- bir film çalışmasının tam ortasında bir yaratıcılık tıkanmasına uğradığı bilinir. 8½ ‘da olduğu gibi, oyuncular belirlenmiş, roller dağıtılmış, set kurulmuş ama yönetmen filme uzun süre başlamak istememiştir. Yapımcısına film anlaşmasını iptal ettiğini bildirmek için yazdığı mektubun tam ortasındayken baş makinist onu, film ekibiyle birlikte şampanya içmeye davet eder: “Bardaklar boşalmıştı, herkes alkışlıyordu ve ben kendimi utanç içinde boğulmuş hissediyordum. Kendi kendime, mürettebatını yarı yolda bırakan bir kaptan olduğumu, çıkışı olmayan bir durumda bulunduğumu söylüyordum. Yapmak istediği filmi hatırlamayan bir yönetmendim ben.” Tam o anda, ne yapması gerektiği beyninde bir şimşek gibi çakar Fellini’nin. Yaşadıklarını anlatacak, yani, uzun süre nasıl bir film yapacağını bilemeyen bir yönetmenin öyküsünü filme çekecektir.(3)
Nitekim filmin bir yerinde Guido da benzer bir aydınlanma hali yaşar : “İçimi titreten, bana güç veren bu ani mutluluk dalgası da ne? Özür dilerim sevgililerim. Anlamamıştım. Bilmiyordum. Sizi kabullenmek ne kadar doğru, sevmek ne basitmiş. Kendimi öyle özgür hissediyorum ki. Her şey iyi görünüyor. Her şey anlamlı geliyor. Her şey gerçek. Kendimi anlatabilmeyi ne çok isterdim, ama yapamıyorum. Her şey başa dönüyor. Her şey yine karmaşık. Ama bu karmaşa ‘ben’im! ‘ben’, benim olmak istediğim değil. Ve artık korkmuyorum. Gerçeği söylemekten, bilmediğimi, aradığımı henüz bulamadığımı söylemekten.Yalnızca bu şekilde canlı olduğumu hissediyorum. Ve sadık gözlerine utanç duymadan bakabiliyorum. Bir şenliktir hayat. Birlikte yaşayalım! Sana başka ne diyeceğimi bilmiyorum. Ne sana, ne de diğerlerine. Mümkünse beni olduğum gibi kabullenin. Birbirimizi bulmaya çalışmanın tek yolu bu… ”
Barton Fink ve Çıplak Ayaklı Kontes filmlerinde, film endüstrisinin acımazsızlığına yönelik önemli eleştirilerin yanı sıra, işin kreatif kısmında yer alanların bir yandan artistik ve kişisel sorunları ile mücadele ederken, diğer yandan endüstrinin öğütücü çarklarına kapılmadan, dar ve yavan çerçevelere sıkıştırılmadan, hem kendilerini gönüllerince ifade edebilmek hem de bunu işe para koyanları da memnun ederek yapabilmek kaygı ve zorlukları dile getirilir. Biçim, içerik ve anlatım olarak klasik sinema kalıplarının tamamen dışında, yaratı sürecinin en özgür ve özgün haliyle bir filmde vücut buluşu diyebileceğimiz 8½ filmi ise, bizi yine ilham perisini kaybetmiş bir sanatçının zihninin en kuytu köşelerinde gezdirirken, bu çıkmaza nevi şahsına münhasır bir cevap da verir gibidir. Fellini, söyleyecek bir şeyi olmadığını düşünerek tıkanıp kaldığı noktada, bu ‘kendini anlatamayış’ üzerinden bir film yapabileceğini farkederek, sorunu ‘çözüm’ haline getirmiştir. Yani Guido Anselmi’nin alçaldığı yerden Fellini yükselir. Fellini, ayrıca, bu son derece kişisel filmin anlaşılması için bir çaba da sarfetmemiş; onu anlamaya çalışmaktan ziyade hissetmeye çalışmanın daha doğru olacağını söylemiştir: “Ben gerçeği herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanırım. Bana kalırsa, sosyal bir topluluk için bir çağrı hazırlamak, ya da herkes için çağrı olacak bir film çevirmek boşunadır. Bir topluluğa hitap edilebileceğine inanmıyorum. Çünkü topluluk dediğimiz nedir ki? Her birinin kendi gerçeği olan belli sayıda bireylerin toplamı. Filmlerimin bir sonu olmayışının nedeni de budur… Perdede bir sonuç sunduğunuz anda seyircinin işine karışıyorsunuz demektir.” Gerçi neler neler dememiş ki üstad... Hızımı alamayıp, şunları da ekleyebilir miyim? :
- Duyduğum tek sorumluluk duygusu, cehalet ve aptallık tarafından üretilen vasatlıktan kaçınmaktır.
-Bir sanatçı her zaman kendinden söz edermiş gibi geliyor bana. Bir filme giren günlük şeyler bile sanatçının acı ve kaygılarının tanıklarıdır.”
Özetle, ben gerek verdiği röportajlar ve gerekse sosyal medya paylaşımlarından kendine özgü bir hayat duruşu ve söyleyecek sözü ya da şimdinin moda tabiriyle ‘derdi’ olduğu ve bunu olabildiğince kısıtlanmadan, özgür bırakılarak yapabilmeyi arzuladığı hemen anlaşılan sevgili Meriç Acemi’nin, bu filmleri seçmek suretiyle, konu edilen eleştiri ve tespitlerin altına imzasını koyarken diğer yandan da Fellini’nin Otto e Mezzo ile sinema sanatında ulaştığı zirveye bir tür saygı duruşunda bulunduğunu düşünmekteyim. Senaristimiz Ömer İplikçi kimliğine bürünüp, bize sevip önemsediği bu filmleri işaret ederken, Defne de “Neden Seville Berberi? Neden 8½ ? O duvarlardan ne akıyor öyle?” vs. diye sorarak, biz şaşkın izleyicileri temsil eder gibi değil midir :)
Mutlulukla kalın,
25 Aralık 2016
Referanslar:
(1) http://www.ranini.tv/roportaj/9293/1/meric-acemi-kimse-keramet-bende-diyemez-bu-bir-ekip-isi#comment-2352804505
(2) Joseph L. Mankiewicz: Critical Essays with an Annotated Bibliography and a Filmography/ Cheryl Bray Lower-R.Barton Palmer
(3) http://akademikstok.com/avrupa-sanat-filmi-federico-fellininin-%E2%80%9C8%C2%BD%E2%80%9D-filmi-fellini-stilinin-modernist-bakis-acilari-oku-13.html
(4) Nostalghia, Tarkovski