Kiralık Aşk bir meyve olsa nar olurdu bence... Meyvelerin en sürprizlisi, en bereketlisi. Dıştan bakınca rengi ve şekli ile merak uyandıran, ama içini açınca bir sürü yakut renkli, ışıltılı, leziz tanenin etrafa saçıldığı bambaşka derinlikte bir alem. Görüntüsü ayrı güzel, tadı, anlamı ayrı. Bizler de bu bereketten nasibimizi aldık, aylardır yaza konuşa bitiremedik açtıkça çoğalan Kiralık Aşk alemini.
Ben bu kez bu yazıyla, aklım ve kalemim yettiğince sizleri, sondan geriye doğru giderek dizide bahsi geçen sinema filmleri üzerinden, sevgili senaristimiz Meriç Acemi'nin zihninde ufak bir yolculuğa çıkarmak niyetindeyim. Umarım elime yüzüme bulaştırmam. Buyrun başlayalım.
Yer : Ömer İplikçi’nin ofisi. Kucağında İso bebek ile tasarım toplantısında dahi tasarımcımız. “Yön değiştireceğiz” diyor, “Daha nude tonlara yöneleceğiz. Böyle daha kendiliğinden, daha yalın. Asil, zarif ama bir o kadar da doğal. Çıplak Ayaklı Kontes’i düşünün. "
Başrollerinde Ava Gardner ve Humphrey Bogart’ın oynadığı 1954 yılı yapımı Çıplak Ayaklı Kontes filmi, karamsar bir Külkedisi hikayesi fonunda anlatılan, sert bir Hollywood eleştirisidir. Uzun süre büyük yapım şirketleri için komedi filmleri yazıp çekmiş olan yönetmen Mankiewicz, ilk bağımsız işinde, yıllarca gerçek yeteneğinin bastırılmış ve yaratıcılığının köreltmiş olmasına duyduğu öfkeyle, acımasız bir sektör eleştirisine girişmiştir. Ona göre film işine çuvalla para yatıran bu soğuk kalpli ruhsuz adamlar, zevk ve yaratıcılıktan tamamıyle yoksundurlar. Paralarına para kazandırmaktan başka bir şey düşünmezler. Nitekim, Bogart’ın canlandırdığı, tecrübeli, yetenekli fakat Hollywood’da hak ettiği yere gelememiş senarist/yönetmen Dawes, etrafındaki herkese satın alabileceği bir meta gibi davranan milyoner yapımcı Kirk Edwards’ı para için ruhunu şeytana satmakla suçlar. Ama aslında Dawes’ın kendisi de, yaratıcılığını ifade etmenin yegane yolu olarak gördüğü mesleğini sürdürebilmek için emrinde çalıştığı, taciz ve aşağılamalarına katlandığı kendi metaforik şeytanı olan Edwards’a ruhunu satmış değil midir? (2)
Aynı tema, dizide adı geçen başka bir filmde daha çarpıcı bir şekilde işlenir. 32. bölümde, Ömer’le Defne’nin birlikte izledikleri filmi hatırlıyorsunuzdur: Barton Fink. (O zamanlar epey saydırmıştık sevgili senaristimize, bu anlaşılması zor, karanlık, kasvetli filmi mi seçti yani, çocuklarımızın başbaşa geçirecekleri romantik akşam için diye:))
Coen kardeşlerin imzasını taşıyan 1991 yapımı bu film de, Çıplak Ayaklı Kontes gibi Hollywood film endüstrisini hedef alan önemli bir (öz)eleştiridir. Barton, New York’ta yeni yeni parlayan genç ve başarılı bir oyun yazarı iken, Hollywood’ da senarist olması için yapılan cazip teklife hayır diyemez.Hem daha fazla kazanacak, hem de ne iyi bir yazar olduğunu yedi düvele ispatlayıp, şan şöhret sahibi olacaktır. Yani o da bir nevi Faust’luğa soyunur, ruhunu/kalemini stüdyo sahibi Lipnick’e satar. Ancak Hollywood’ da işler umduğu gibi gitmez. Oyunlarında olduğu gibi filmlerde de, yaşayan gerçek karakterlerle ‘sıradan’ adamın sorunlarını anlatmak isterken, ondan belli bir tarihte teslim etmek üzere, B sınıfı bir güreş filmi yazması istenir. Konu hakkında zerre bilgisi olmayan, yaratıcılığı ve özgürlüğüne dar, sevimsiz bir çerçeve çizilen Barton tıkanır kalır, yazamaz (writer’ s block). Film, değişik konulara değinen çok katmanlı hikayesinin içinde, esas olarak, yaratı sürecinin ne kadar zor ve sancılı olduğunu fevkalade etkileyici bir şekilde anlatırken, sistemin yeteneğe ve yaratıcılığa böyle duyarsızca ve para odaklı müdahalesinin bir süre sonra vahşi bir insan öğütme faaliyetine dönüştüğünün de altını çizer.
Ömer İplikçi’ ye Seville Berberi’ ni sevdiren film olan, Dünya sinemasının tartışılmaz en önemli başyapıtlarından1963 yapımı 8½ (Otto e Mezzo)’ da, ilham yolları tıkanan, bir film yönetmenidir bu kez. Fellini, iddialı bir bilimkurgu projesinin tam ortasında, filmine duyduğu ilgi ve heyecanını tamamen kaybederek, projeyi asla tamamlayamayacağı korkusuna kapılan ünlü film yönetmeni Guido Anselmi (Marcello Mastroianni)’nin hikayesini anlatır bu filmde. Yapım ekibi, oyuncular ve dünyanın parasına mal olan set hazırdır fakat yönetmen yerinde saymakta, heyecan verici herhangi bir fikir üretememektedir. Filmin bir sahnesinde, Guido, saf ve dürüst bir film yapmak istediğini, ancak söyleyecek dürüst bir şey bulmakta zorlandığını itiraf eder : “Düşüncelerimin çok net olduğunu sanıyordum. Her şeyiyle dürüst bir film çekmek istemiştim sadece, yalansız, riyasız. Söyleyecek çok basit bir şeyim var zannetmiştim, herkese yardımı dokunacak bir şey. İçimizde taşıdığımız bütün ölü şeyleri sonsuza dek gömmemize yardımcı olabilecek bir şey. Ama şimdi dönüp bakıyorum da, benim hiçbir şeyi gömecek cesaretim yokmuş.”
Aslında film, Fellini’nin kendi hayatına yönelik bir özsorgulama, iç dünyasına, bilinçaltına ve rüyalarına fantastik bir yolculuktur. Guido Anselmi, Fellini’nin tam bir kopyası değildir, ancak Fellini’nin, Guido karakteri üzerinden kendi yaratıcılığını bloke eden iç çatışmalarını inceliyor olduğuna inanılır. Fellini’nin de Guido ile benzer şekilde -sonradan 8½ olarak adlandıracağı- bir film çalışmasının tam ortasında bir yaratıcılık tıkanmasına uğradığı bilinir. 8½ ‘da olduğu gibi, oyuncular belirlenmiş, roller dağıtılmış, set kurulmuş ama yönetmen filme uzun süre başlamak istememiştir. Yapımcısına film anlaşmasını iptal ettiğini bildirmek için yazdığı mektubun tam ortasındayken baş makinist onu, film ekibiyle birlikte şampanya içmeye davet eder: “Bardaklar boşalmıştı, herkes alkışlıyordu ve ben kendimi utanç içinde boğulmuş hissediyordum. Kendi kendime, mürettebatını yarı yolda bırakan bir kaptan olduğumu, çıkışı olmayan bir durumda bulunduğumu söylüyordum. Yapmak istediği filmi hatırlamayan bir yönetmendim ben.” Tam o anda, ne yapması gerektiği beyninde bir şimşek gibi çakar Fellini’nin. Yaşadıklarını anlatacak, yani, uzun süre nasıl bir film yapacağını bilemeyen bir yönetmenin öyküsünü filme çekecektir.(3)
Nitekim filmin bir yerinde Guido da benzer bir aydınlanma hali yaşar : “İçimi titreten, bana güç veren bu ani mutluluk dalgası da ne? Özür dilerim sevgililerim. Anlamamıştım. Bilmiyordum. Sizi kabullenmek ne kadar doğru, sevmek ne basitmiş. Kendimi öyle özgür hissediyorum ki. Her şey iyi görünüyor. Her şey anlamlı geliyor. Her şey gerçek. Kendimi anlatabilmeyi ne çok isterdim, ama yapamıyorum. Her şey başa dönüyor. Her şey yine karmaşık. Ama bu karmaşa ‘ben’im! ‘ben’, benim olmak istediğim değil. Ve artık korkmuyorum. Gerçeği söylemekten, bilmediğimi, aradığımı henüz bulamadığımı söylemekten.Yalnızca bu şekilde canlı olduğumu hissediyorum. Ve sadık gözlerine utanç duymadan bakabiliyorum. Bir şenliktir hayat. Birlikte yaşayalım! Sana başka ne diyeceğimi bilmiyorum. Ne sana, ne de diğerlerine. Mümkünse beni olduğum gibi kabullenin. Birbirimizi bulmaya çalışmanın tek yolu bu… ”
Barton Fink ve Çıplak Ayaklı Kontes filmlerinde, film endüstrisinin acımazsızlığına yönelik önemli eleştirilerin yanı sıra, işin kreatif kısmında yer alanların bir yandan artistik ve kişisel sorunları ile mücadele ederken, diğer yandan endüstrinin öğütücü çarklarına kapılmadan, dar ve yavan çerçevelere sıkıştırılmadan, hem kendilerini gönüllerince ifade edebilmek hem de bunu işe para koyanları da memnun ederek yapabilmek kaygı ve zorlukları dile getirilir. Biçim, içerik ve anlatım olarak klasik sinema kalıplarının tamamen dışında, yaratı sürecinin en özgür ve özgün haliyle bir filmde vücut buluşu diyebileceğimiz 8½ filmi ise, bizi yine ilham perisini kaybetmiş bir sanatçının zihninin en kuytu köşelerinde gezdirirken, bu çıkmaza nevi şahsına münhasır bir cevap da verir gibidir. Fellini, söyleyecek bir şeyi olmadığını düşünerek tıkanıp kaldığı noktada, bu ‘kendini anlatamayış’ üzerinden bir film yapabileceğini farkederek, sorunu ‘çözüm’ haline getirmiştir. Yani Guido Anselmi’nin alçaldığı yerden Fellini yükselir. Fellini, ayrıca, bu son derece kişisel filmin anlaşılması için bir çaba da sarfetmemiş; onu anlamaya çalışmaktan ziyade hissetmeye çalışmanın daha doğru olacağını söylemiştir: “Ben gerçeği herkesin kendisinin bulması gerektiğine inanırım. Bana kalırsa, sosyal bir topluluk için bir çağrı hazırlamak, ya da herkes için çağrı olacak bir film çevirmek boşunadır. Bir topluluğa hitap edilebileceğine inanmıyorum. Çünkü topluluk dediğimiz nedir ki? Her birinin kendi gerçeği olan belli sayıda bireylerin toplamı. Filmlerimin bir sonu olmayışının nedeni de budur… Perdede bir sonuç sunduğunuz anda seyircinin işine karışıyorsunuz demektir.” Gerçi neler neler dememiş ki üstad... Hızımı alamayıp, şunları da ekleyebilir miyim? :
- Duyduğum tek sorumluluk duygusu, cehalet ve aptallık tarafından üretilen vasatlıktan kaçınmaktır.
-Bir sanatçı her zaman kendinden söz edermiş gibi geliyor bana. Bir filme giren günlük şeyler bile sanatçının acı ve kaygılarının tanıklarıdır.”
Özetle, ben gerek verdiği röportajlar ve gerekse sosyal medya paylaşımlarından kendine özgü bir hayat duruşu ve söyleyecek sözü ya da şimdinin moda tabiriyle ‘derdi’ olduğu ve bunu olabildiğince kısıtlanmadan, özgür bırakılarak yapabilmeyi arzuladığı hemen anlaşılan sevgili Meriç Acemi’nin, bu filmleri seçmek suretiyle, konu edilen eleştiri ve tespitlerin altına imzasını koyarken diğer yandan da Fellini’nin Otto e Mezzo ile sinema sanatında ulaştığı zirveye bir tür saygı duruşunda bulunduğunu düşünmekteyim. Senaristimiz Ömer İplikçi kimliğine bürünüp, bize sevip önemsediği bu filmleri işaret ederken, Defne de “Neden Seville Berberi? Neden 8½ ? O duvarlardan ne akıyor öyle?” vs. diye sorarak, biz şaşkın izleyicileri temsil eder gibi değil midir :)
Mutlulukla kalın,
25 Aralık 2016
Referanslar:
(1) http://www.ranini.tv/roportaj/9293/1/meric-acemi-kimse-keramet-bende-diyemez-bu-bir-ekip-isi#comment-2352804505
(2) Joseph L. Mankiewicz: Critical Essays with an Annotated Bibliography and a Filmography/ Cheryl Bray Lower-R.Barton Palmer
(3) http://akademikstok.com/avrupa-sanat-filmi-federico-fellininin-%E2%80%9C8%C2%BD%E2%80%9D-filmi-fellini-stilinin-modernist-bakis-acilari-oku-13.html
(4) Nostalghia, Tarkovski
Lately I've been obsessed with old cinema.